Manevî bir ihtar ile bir iki ince meseleyi size yazıyorum:

BİRİNCİSİ:

Geçen ramazan-ı şerifte, Ehl-i Sünnet’in selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususi iki sebep ihtar edildi:

Birincisi: Bu asrın acib bir hâssasıdır. (Hâşiye[1]) Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane affetmesi ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstahakız derler.

Evet, elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstahak eder. Hem âlîcenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.

İkinci Sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı.

İKİNCİ MESELE:

Kardeşlerim! Eskişehir hapishanesinde, âhir zamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş altı defa aynı meseleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyet’in bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikad ile ehl-i imanın meyusiyetlerini izale için “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum.” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyet’ten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum.” diye dehşetli hâdisata karşı o ümit ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddi bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “Bir ışık var, bir nur göreceğiz.” diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi, Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mesudane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddimesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kable’l-vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.

***

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ فِى الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ اٰمٖينَ

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede muktedir, kuvvetli arkadaşlarım!

Bu defa me’mulüm fevkindeki kaleminizle manevî hediyeniz ispat etti ki: İhtiyar, zayıf, âciz bir Said yerine; genç, kavî, iktidarlı çok Saidler sizlerde vardır. Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman… Hadsiz şükür ve sena olsun ki Rabb-i Rahîm sizleri Risaletü’n-Nur’a hâmi, nâşir, sahip, şakird eylemiş. Bizlere pek çok ağır müşkülat içinde kudsî hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Zaman ve zemin, sizler ile çok müştak olduğum uzun konuşmayı hoş görmediği için kısa kesip ruh u canımla her birinize binler selâm, mâşâallah bârekellah derim.

Bu mübarek şuhur-u selâsede duanıza çok muhtaç kardeşiniz Said Nursî

***

Âhir zamandan haber veren mühim bir hadîs

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ

Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beş yüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına îma eder. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ (şedde sayılır) fıkrası dahi makam-ı cifrîsi bin beş yüz altı (1506) edip bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane sonra tâ kırk ikiye kadar gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ (şedde sayılır) fıkrası dahi makam-ı cifrîsi bin beş yüz kırk beş (1545) olup kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Cây-ı dikkat ve hayrettir ki üç fıkra bi’l-ittifak bin beş yüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beş yüz altı’dan tâ kırk ikiye, tâ kırk beşe kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.

Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beş yüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remiz derecesine çıkarıyor.

Ve müteaddid âyât-ı Kur’aniyede “sırat-ı müstakim” kelimesi, bir mana-yı remziyle Risaletü’n-Nur’a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile Risaletü’n-Nur şakirdlerinin taifesi, âhir zamanda o taife-i kübra-i a’zamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def’aten birden ihtar edildi.

اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

***

Aziz kardeşlerim!

Bu saatte ben Kur’an okurken, Risale-i Nur ile ziyade alâkadar olan Sure-i İbrahim’de bir âyet beni meşgul ederken, Emin size göndereceği mektubu getirdi ve dar vaktimizde bu geniş âyetin denizinden ancak bir katrecik bu parçaya girebildi. Birkaç dakika zarfında yazdık, vakit bulamadık, kusura bakmayınız.

***

بِاسْمِهٖ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık, vefadar, sebatkâr kardeşlerim!

Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ve hamdolsun; sizin gibi sadık, ciddi, faal zatları Risale-i Nur’un etrafında toplayıp bağlamış; iman ve Kur’an hizmetinde kuvvetli ve nurlu kalemlerini çalıştırtıyor.

Kardeşlerim! Bu defa irsalatınız o kadar beni memnun ve minnettar etti ki her bir sahifesi bir kıymettar hediye ve güzel bir mektup hükmünde göründü. Hüzünlerimi, gamlarımı izale edip ve kalbimi sürur ve sevinç ile doldurdu. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn onların hurufları adedince size rahmet etsin ve sizden razı olsun.

Hâfız Ali Kardeşim! Bir zaman Barla’da cuma gecesinde dua ederken, senin âmin sesini iki defa sarîhan işittim. Arkama baktım. Dedim: “Hâfız Ali ne vakit gelmiş?” Dediler: “O burada yoktur.” Ben şimdi o vakıadan diyebilirim ki üç dört saat mesafeden duama âminini işittirmesi, otuz günlük mesafeden buradaki zayıf davet ve duama kuvvetli ve tesirli bir âmin hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok manidar bir tevafuktur.

Sıddık Sabri! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kable’l-vuku ile kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.

Abdülmecid’e, Beşinci Şuâ’yı haber vermiştim, cevap gelmedi. Belki ihtiyaten sükût ettiler, göndermedim. Siz, evvelce muhabere ediniz sonra gönderebilirsiniz. Eğer Hastalar Risalesi’ni bana gönderirseniz, İhtiyarlar Risalesi de beraber olsa daha iyi olur. Mektubunuzda selâm gönderen vefadar kardeşlerime binler selâm.

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını beyan edeyim:

Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

Ona cevaben dediler:

“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla o geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” diyerek uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.

Bu hâdise münasebetiyle yine bugünlerde hatırıma gelen bir vakıayı beyan ediyorum:

Ben namaz tesbihatının âhirinde, otuz üç defa kelime-i tevhidi zikrederken birden kalbime geldi ki: Hadîs-i şerifte “Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” Risale-i Nur’da o saat var; çalış, o saati bul, ihtar edildi. Âdeta ihtiyarsız bir surette, Kur’an’ın âyetü’l-kübrasının iki tefsiri olan iki Âyet-i Kübra Risalelerinden mülahhas tefekkürî bir tekellüm, tam bir saat devam etti. Baktım; size gönderdiğim Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin Birinci Makamı’nın hülâsasından müntehab güzel bir sırrını hülâsa ile Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’den müstahrec nurlu, tatlı fıkralardan terekküp ediyor. Ben kemal-i lezzetle, her gün tefekkürle okumaya başladım.

Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir, talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım.

Ve bütün risalelerin hususi menbaları, madenleri olan binden ziyade âyât-ı Kur’aniyeyi, kendi Kur’an’ımda evvelce işaretler koyup bir Hizb-i A’zam-ı Kur’anî yapmak niyet etmiştim.

Şimdi bu hizb-i a’zam ve bu vird-i ekber, Risale-i Nur mensuplarına bazı eyyam-ı mübarekede okunması için bir zaman size de göndermek hakkınız var. İnşâallah bir zaman sonra size gönderilecek. Bazı kelimelerini tercüme ve bir kısım kayıtlarını tefhim için vakit bulsam gayet kısa hâşiye gibi bir şeyi yazacağım.

Umum kardeşlerime ve hizmet-i Kur’aniyede bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyak ile binler selâm…

Dualarınıza muhtaç Said Nursî

***

Aziz kardeşlerim!

Sizlere her gün birer uzun mektup yazmak hakkınız var iken maatteessüf üç seneden beri size göndermek için yazdığım bir mektup şimdiye kadar bekliyor, eski sakomun cebinde duruyor. Demek Risale-i Nur, ehl-i dünya dinsizlerine çok dehşet vermiş ki dünyalarına karışmadığım halde bu tazyikatı yapıyorlar. Her ne ise… Hiç unutamadığım sebatkâr, ciddi kardeşlerime hususan ikinci vatanım Barla’daki vefadar sıddıklara pek çok selâm ve dua ederim.

Binler hasret ve iştiyakla sizleri düşünen ve her yirmi dört saatte belki yüz defa dua ile tahattur eden ve duanıza muhtaç olan

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ

Ey fedakâr kardeşlerim!

Sizinle dört beş kelime konuşacağım:

Birincisi: Bu defaki mektubunuzun verdiği şevk ve sürur ile derim ki: Ben, hizmet-i Kur’aniyedeki tam sadakat ve gayret ve sebat ve metanetinizi gördükten sonra tam bir istirahat-i kalp ile mevti ve eceli kabul eder “Arkamda siz varsınız, yeter.” diyerek dünyadan sürurla vedaya hazırım.

İkincisi: Burada Âyetü’l-Kübra’nın birinci tebyizi, aynen bir sene sonra oradaki birinci tebyiz gibi Âyetü’l-Kübra’nın namına tevafuku var. İki tevafukun tetabuku, tesadüfe havalesi imkânsız bir keyfiyet olmakla kalemi zülfikar-misal zatın kalemiyle otuz üç kelime-i tevhidin tevafukundaki gaybî imzayı cidden tenvir ve tasdik eder.

Dördüncüsü: Ben, üç senedir burada her şeyden tecrit edildim. Tahammülsüz tazyik altında bulunduğumdan sizin ile muhabere edemedim. Burada emsalsiz bir evham hükmediyor. Mümkün olduğu kadar Eşratü’s-Saat buradan gönderildiğini demeyiniz. Belki onun bir eseridir, başka yerden elimize geçmiş deyiniz.

***

بِاسْمِهٖ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz ve vefadar ve fedakâr, sadık kardeşlerim!

Bu defa çok kıymettar ve fevka’l-me’mul manevî hediyenizden küçücük üç dört mesele hatıra geldi:

Birincisi: Üçüncü Keramet-i Aleviye’de, risalelerde yalnız iki zeyl vardır demesi, risale şekline girmiş olan zeyllere zeyl diyor. Sair zeyller ise hâtimeler, ilâveler, hâşiyeler hükmünde görmüştür.

İkincisi: İki Âyetü’l-Kübra’nın vird-i ekberinde –hatırıma gelmediği halde– ehemmiyetli kısımlarını Yirminci Mektup ile Otuz İkinci Söz, bana ihtiyaç bırakmayacak derecede beyan ve tercüme ettiklerinden, niyet ve vaad ettiğim halde tercümesinde istihdam edilmedim.

Üçüncüsü: Risale-i Nur’un benden ayrılması ve ben de daire-i tenviriyesinden uzak düştüğümden, bu havali ve Eskişehir gibi sair yerleri de onun ehemmiyetli ve lüzumlu bir kısım hakikatlerinden hissedar etmek için inayet-i İlahiye –yeni yazılıyor gibi– tekrar ile o kısım hakikatlerin fakat letafetli başka tarzlarda izah edilmelerinde âdeta ihtiyarım olmadan beni istimal ettiğini bildim, çok şükrettim.

Bu defa hediyelerinize mukabil elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre her bir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söz’e yirmi beş altın belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e yirmi dokuz yakut verirdim. Öyle ise verilmiş gibi kabul ediniz. Evet, tevafukta muvaffakıyetli olan kalem-i Alevî, Keramet-i Aleviye’ye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin mâşâallah. Hüsrev’in çok şirin ve fevkalâde yazdığı Hastalar Lem’ası ile Esma-i Sitte Lem’ası, benim nazarımda elmasla yaldızlı yazılan ve onlar kadar uzun iki mektub-u sadakat-medar hükmünde bana göründü; Risale-i Nur’a çok ehemmiyetli hizmetlerini gözyaşıyla hatırlattı ve firdevsî hediyenizdeki risalelerin harfleri adedince, Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizlere rahmet, bereket, saadet ihsan eylesin, âmin!

Yorulmaz ve usanmaz, ciddi, samimi Hâfız Ali Kardeş! Tevafukta muvaffakıyetli kalemin ile yazılan İ’caz-ı Kur’an’ın âhirinde senin hakkında اَللّٰهُمَّ وَفِّقْهُ فٖى خِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ olan dua, bu defa şüphem kalmadı ki tam kabul olmuş.

Umum kardeşlere birer birer selâm…

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ وَمَعَانٖيهَا الْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَاءِ وَ فِى الْاَفْهَامِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامِ

Aziz, sıddık ve sadık kardeşlerim!

Bu defa pek çok alâkadar olduğum zatların dört adet mektupları beni o kadar mesrur etti ve Risale-i Nur hesabına o kadar memnun eyledi ki güya yeniden o kahraman arkadaşları buldum diye sürur yaşları çok hüzünlerimi sildi. Evet, dört mektuba dört cevap yazmak isterim ve hakkınızdır fakat samimi ittihadınıza binaen bir ile iktifa edildi. Ayrı ayrı beş altı küçük meseleleri beyan ediyorum:

Birincisi: Eskiden beri, iman kurtarmak zamanıdır dediğimiz ve ihtiyarım olmadan tekrar ile erkân-ı imaniyeye dair bürhanlardan tahşidat-ı azîmeyi yaptığımız, çok haklı ve lüzumlu olduğunu zaman gösterdi. Size bir ay evvel, manevî bir muhaverede, Risale-i Nur’un azîm tahşidatına dair gaybdan gelen bir cevabı yazmıştım. Bazı zatlar o fıkrayı Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin âhirine ilhak ettiler.

İkincisi: Şamlı Tevfik Kardeş! Senin mektubun beni derinden derine hem müteessir hem müferrah eyledi. Sende bir hayırlı tahavvülat bulunduğunu ihsas etti.

Merhum Hâfız Ahmed’in akrabasına benim tarafımdan taziye ile beraber de ki: Bir iki ay evvel –birdenbire– dua ederken en has akraba ve en hâlis talebelerin dairesine Hâfız Ahmed girdi: “Benim de bu dairede hakkım var.” dedi gibi hissettim. Onu o has daire içinde, her vakit manevî kazançlarıma hissedar olmak için bıraktım ve öyle de kalacak inşâallah. Ve anladım ki ikiniz bidayeten, beraber Risale-i Nur’a hizmetiniz içindir.

Barla’da bütün dostlara selâm…

Üçüncüsü: Sabri kardeş! Kıymettar Hulusi’nin mektubu hem Hulusi’nin hem Beşinci Şuâ’nın ehemmiyetini ve kıymetlerini gösterdiğinden çok beğendim.

Evet Beşinci Şuâ, umumun ve bilhassa ehl-i ilmin imanlarını tashih edip kurtarıyor.

Hem sen hem Hüsrev, Halil İbrahim’den bahsediyorsunuz. O zat, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir talebesi ve iktidarlı bir nâşiridir hem haslardandır. Sâbık hâdisemizden tam bir ihtiyat ve ciddi bir alâkadarlık dersini aldığı kanaatindeyim. Selâmımı ona ve rüfekasına tebliğ ediniz.

Dördüncüsü: Hüsrev kardeş! Senin mektubun, benim meraklarıma (Hasan, Mustafalar gibi) bir şifa ve arzularıma bir deva (Mu’cizat-ı Ahmediye gibi) ve ümitlerime bir ziya (Re’fet, Konyalı Sabri gibi) hükmüne geçti.

Hem Risale-i Nur’un muhterem bir talebesi ve has dairesinde bulunan âhiret hemşirem validenizin hastalığı ve ihtiyarlığı seni Isparta’ya celbi hayırdır. Elbette sen ona, Hastalar ve İhtiyarlar Risalelerini okumuşsun. O risaleler, benim bedelime onun keyfini sorup teselli versinler.

Ben, oradaki talebeleri ve dostları dua ile çok tahattur ediyorum. Onları unutamıyorum. Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ رَمَضَانَ فٖى حُرُوفِ مَا كَتَبْتُمْ مِنَ الرَّسَائِلِ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hem mübarek ramazanınızı hem inşâallah hakkınızda bin ay kadar meyvedar Leyle-i Kadrinizi hem saadetli bayramınızı hem çok kıymettar hizmetinizi bütün ruhumla tebrik ve tes’id ederim.

Kardeşlerim! Bu defa kudsî kalemle hediyeleriniz o kadar beni minnettar ve mesrur etti ki güya dünyayı ışıklandıracak bir nur fabrikası ve mazi ve istikbali rayiha-i tayyibesiyle muattar edecek bir gül fabrikası semadan bizim imdadımıza gönderilmiş ve benim arkamda kuvvetü’z-zahr olarak duruyor ve mütemadiyen çalışıyorlar diye mesrur oluyorum. Yüz binler elhamdülillah.

Sabri kardeş! Senin fâsılalı iki mektubun, hizmetinin makbuliyetine iki şahid-i gaybî gösterdi. Senin tabirin ile Nur Fabrikasına ben de اَلْفُ اَلْفِ مَا شَاءَ اللّٰهُ ، بَارَكَ اللّٰهُ ، وَفَّقَكَ اللّٰهُ derim. Sen ile Sıddık Süleyman, benim nazarımda ve fikrimde ve duamda daima beraber bulunduğunuzdan senin ile konuştuğum vakit, omuz omuza ikinizi beraber görüyorum. Masum ve mübarek çocuklarınız duadan hissedardırlar.

Hâfız Ali kardeş! Senin mektubundaki tevazuun ve ihlasın ve Hüsrev’e ait medhin ve Risale-i Nur talebeleri bir tek vücud hükmündeki kanaatin, senin hakkında büyük bir ümidimi ve hüsn-ü zannımı tam kuvvetlendirdi. Risale-i Nur’un iki Lütfüleri ve Mustafaları ve Hâfız Alileri, Küçük Sabri olan Nureddin ile beraber has talebeler dairesinde, ramazan feyzine, manevî kazançlara inşâallah hissedar kabul edildi. Her bir sahifelerini birer kıymettar hediye hükmünde olan nüshaların yüzünden, ben sana çok hem pek çok borçlu kaldım.

Hüsrev kardeş! Kasem ederim benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altın yaldızla yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye’ye mukabil her bir sahifesine, yalnız maddî bir ücret olarak birer altın hediye edecektim. Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtip tayin edildiğinize kanaatim kat’iyet kesbetti. Rabb-i Rahîm’e hadsiz hamd ü sena olsun. Tasavvurumda Hüsrev, Rüşdü bir tek isim gibi olmuş. İkinizi, Risale-i Nur’a ait her şeyde beraber biliyorum ve buluyorum.

Size اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetine ait ve birden hatıra gelen ve Sabri’nin iki mektubunun –daha gelmeden– manevî tesiriyle yazılan bir tetimmeyi gönderdim. Bir derece mahremdir, has ve eminlere mahsustur. Şamlı Tevfik, Âyetü’l-Kübra Şuâ’ını, Hâfız Ali’nin otuz üç ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ile tevafuklu tarzda bana yazsa iyi olur.

Kardeşlerime birer birer selâm…

Duanıza muhtaç Said Nursî

***

Aziz kardeşlerim!

Temadi eden tahribat-ı maneviye karşısında –lillahi’l-hamd– gittikçe Risale-i Nur’un mu’cizane mukavemeti ve satveti ve kıymeti tezayüd ediyor. Dalaletin temel taşı ve nokta-i istinadı olan tabiat tağutunu dağıtıp Kur’an elinde bir elmas kılınç olarak her tarafta nurları saçar, zulümatı dağıtır. Fakat dalaletlerin envaı çoktur. O nisbette risalelerin dahi ayrı ayrı meziyetleri, ehemmiyetleri var. Eğer kolay ise Tabiat Lem’ası’nı da bize gönderiniz.

***

Emin’le Feyzi’nin sordukları bir suale Üstaddan aldıkları cevap

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz: “Siyasî geniş daireleri merak ile takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder.” Bunun izahını istiyoruz.

Elcevap Üstadımız diyor ki:

Evet, bu zamanda merak ile radyo vasıtasıyla, ciddi alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur.

Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merak ile mütedeyyin iki adam, biri âmî biri de ilme mensubiyeti varken eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beyt’ten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm.

Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için böyle kâfir bir düşmanı mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?

Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalplerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalpleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet, her bir adam vatanla, milletle, hükûmetle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet, vatan, hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatan-perverlik, millet-perverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise; kendi kalp ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakiki vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüzdür. Bu ciddi ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de nedir?

Üstadımızın bize gayet acele ile verdiği cevabı bu kadar. Biz de o acele ifadeyi acele kaydettik, kusura bakmayınız.

Biz de bütün kuvvetimizle bunu tasdik ediyoruz. Çünkü bunu kendimizde ve gördüğümüz dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik. Hattâ çokları meraklarından, cemaati belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinliyor. Mimsiz medeniyetin sefahet ve dalalet ve İslâm’a ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokatlara ve boğuşmalarına ve geniş siyaset dairelerine alâkadarane dikkat etmekle; ve nefesi zehirli ve başı sarhoş şahıslardan radyoda ders almak, kudsî ve mühim vazifelerine de tam zarar ediyorlar.

Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Feyzi

***

(Ahmed Nazif’in bir fıkrasıdır.)

Kıymetli Üstadım!

Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inayet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye ile Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’cazlarını güneşin parlak ve keskin şuâları gibi kalplerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin, dalalete yüz tutan zayıf ve âciz mü’minlerin halâsı ve selâmeti ve hidayete çıkarılmasına hâdim ve kudsî Risale-i Nur’un, elbette bir hâdî ve bu zamanın muhtaç bulunduğu bir sahib-i zuhur namını taşıyacağı şüphesizdir.

Binaenaleyh hem Kur’an’ın tercümanı ve dellâlı ve hem de bu Risale-i Nur’un müellif ve hâdim-i yegânesi bulunmanız hem de âciz ve fakir bir nefer iken, manevî hizmetinizle müşiriyet derece-i âliyesine terfi ve tefeyyüze istihkak kesbetmiş bulunmanızdadır ki Âlim-i Mutlak, Hâkim-i Mutlak, Kādir-i Mutlak olan Zülcelal Hazretleri, bu kudsî vazife-i âliyeyi, kıymetsiz gördüğünüz, çok kıymetli ve faziletli ve feyizli ve âlî derecelerde yüksek bir dellâla tevdi ve nasib ve bilhassa memur etmiştir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Biz âciz ve âsi ve günahkâr hizmetkârlarınızı dahi lütf u keremiyle irşada ve hidayete siz Üstadımızı rehber ve mürşid ve vasıta buyurmuştur ki ebedî minnet ve şükranlarımızı edadan âciz bulunuyoruz.

İşte Üstadım! Çok kıymetli arkadaşımız ve hizmet-i Kur’aniyede kıymetli refikimiz ve şerikimiz Küçük Hüsrev ve Mehmed Feyzi’nin mektubundan başka yerde ve mahalde mevsimsiz olduğunu idrak ederek, bu hakiki kelimeyi ve mübarek ism-i şerifi Risale-i Nur’a dahi henüz zahiren takmak haddim değildir ve istimalinden hazer ediyorum. Çünkü Üstadımın izin ve müsaadesi olmadıkça bu gibi lakapların kıymeti olamaz. Ancak Risale-i Nur’dan aldığım ilham üzerine, muhitimizde birinciliği ihraz eden bir kardeşimiz olan Feyzi’nin mektubunda bahsedilmesi, sırf hüsn-ü niyet ve fart-ı merbutiyet ve sadakatten ve ihlastan doğmuştur.

Bu izharın hatasından hâdis olan meşguliyetinize sebebiyet verdiğimden çok müteessir oldum. Af buyurunuz. İkaz ve irşad edici nimet ve himmet-i itabınızla af buyurulmasını ve Risale-i Nur’un manevî tokatlarından muhafaza edilmekliğimizi kemal-i hulusla istirham eylerim.

Aziz ve kıymetli Üstadım! Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle ve hadsiz ihsanıyla, intisaben hizmet-i kudsiyesinde bulunduğum Risale-i Nur’un maddî ve manevî pek çok kerametlerini ve bereketlerini aynelyakîn görmüş ve lezzetini tatmış olan bu âciz hizmetkârınızın noksanlarını hüsn-ü niyete ve hulus-u kalbine bağışlamanızı rica ederken, bu mübarek Risale-i Nur’un pek çok kerametlerinden birkaçını arz ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un tercümanı ve müellif ve sahibi bulunan zat, bin üç yüz yirmi dört (1324) ve yirmi beş (1325) Rumî senelerinde, İstanbul’da iştiharla “Bedîüzzaman” namı ve lakabı altında matbuatın sitayişle neşriyatından mütehassis olarak, o zaman on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı (1326) senesinde Hazret-i Üstadın “Bedîüzzaman Said-i Kürdî” lakabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek, o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zata selâm durarak mütebessim ve nurani simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve manevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat’iyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.

Tahminen ve takriben altı sene evvel bir gazete sütununda, Isparta’da halkın fazla alâka göstermesinden, din ve iman telkin etmesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini teessürle okumuştum. Otuz senelik uzun bir zaman içinde bir defa böyle acı haber aldığım halde, âkıbetinden kat’iyen başka bir malûmat edinememiştim. On seneden beri Cenab-ı Rabbü’l-âlemîn Hazretlerinden niyazımda, daima beş vakit dualarımda “Yâ Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur.” niyazında iken bundan üç sene evvel yani hicrî bin üç yüz elli yedi (1357) ve miladî bin dokuz yüz otuz sekiz (1938) senesinde, İnebolu’da bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle bahsettiği bir zatın Kastamonu’da mevcudiyeti ve menfî olarak bulunduğunu işittim. Dikkat ettim ve tahkik ve ta’mik ettim, anladım ki otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdî olduğunu hayretle öğrendim. Ve kalbimdeki sevgi günler geçtikçe ateşlendiğini hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip mübarek ellerini öpmek lâzım ve şart olduğunu bildim. Ve ziyaretimde, Eski Said’in ism-i mübarekleri Bedîüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur’un müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemal-i aşk ve ihlasla sarıldım. Ve benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur’dur dedim. Ve bana bu hadsiz ihsanatı hidayet ve inayet buyuran Cenab-ı Hakk’a, Kur’an-ı Hakîm’in harfleri adedince şükrederek اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى dedim. (Hâşiye[2])

Risale-i Nur’a intisap etmezden evvel, maddî ve dünyevî her işlerimizde ve ticarethanemizin kazançlarında ve şahsî ve hususi işlerimizde, Risale-i Nur’a intisaptan sonraki hârikulâde farkları ve bereketleri görmekle beraber; en büyük bir tüccarın veya mesud bir zenginin müferrah ve serbestliğinden daha fazla ferah ve sürur ve serbest ve yaşayış tarzında sıhhat ve âfiyetle –elhamdülillah– mesudane imrar-ı hayat eylemekte olduğumuzu ve Risale-i Nur’un kudsî lütuf ve kerametlerine medyun bulunduğumuzu itiraf ve tasdik ederiz.

Üstad Hazretlerinin mezuniyet-i hususiyesiyle, Risale-i Nur namına neşriyat ve hakaik-i imaniye noktasında, bilhassa ibadet ve namaz hakkında şahsımın cahil ve âciz, nâkıs, iktidarsız vaziyetim ile vaki olan ve olacak bulunan telkinat-ı diniyedeki kuvvetli ikna ve müessir hitabelerin âsâr-ı fiiliyesini aynen müşahede ettiğimi; üstadım Risale-i Nur namına kemal-i fahirle, birçok namazsız Müslümanları –elhamdülillah– namaza ve camilere devama muvaffak bulunmak gibi kudsî hizmetlerin âsâr-ı fiiliyesinden, Risale-i Nur’un büyük hârika kerametinden tulû ettiğini ve etmekte olduğunu tasdik ederiz.

Bu içinde bulunduğumuz Alman ve İngiliz harbinin bidayetinden devamı müddetince, hadsiz zındıka ve münafıkların hiç yoktan sebepsiz olarak, şahsıma bir isnadat olsun için gerek münevver fikirli âlim ve gerekse cahil mülhid hemen hemen birkaç dostlarım müstesna, memleket halkı kudsî hizmetimden küstürmek için şeytan-ı aleyhi mâyestehık bütün memleket halkını iğfal ederek aleyhime tahrik etmiş olacaktır ki “Nazif, muhalif bir siyasetle ittihad-ı İslâm’a taraftar eder, siyaset propagandası yapıyor.” zihniyetini şiddetle aleyhimde, memleket halkına ve erkân-ı hükûmete kadar sirayet ettiriyorlar. Ve bütün şeytanların tecessüsleri tahrik edilmiş. Güya aleyhtarlarım benden bir intikam almak hasebiyle gıyabımda hem müthiş cereyanı şiddetlendirmek için kendilerince menfur telakki ettikleri “Almancı” namıyla hakaretlere maruz bırakmaktan çekinmediler.

Halbuki ben lillahi’l-hamd Risale-i Nur’un irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına da âlet edemem. Ben, yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’ancı, Risale-i Nur’un bir hâdimiyim. Kaç senedir bütün bu hücumlarıyla beraber, iki eser-i inayet var:

Birisi Risale-i Nur’un neşriyatındaki hizmetime zarar verilmediği gibi fevka’l-me’mul muvaffak olduk.

İkincisi: Her ne vakit şiddetli hücum edileceği zaman, Üstadımızdan “Dikkat!” emrini alıyorduk.

Hem de Risale-i Nur’un aşikâr bir kerametindendir ki bin üç yüz elli dokuz (1359) sene-i hicrî ramazan-ı şerifin on veya on ikinci günlerinde –Allah rahmet etsin– vefat eden kardeşlerimizden Hatip Mehmed namındaki zat, Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesi’ni yazarken hasta olarak yazmaya kādir olmadığından ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ kelime-i tevhidi yazarak bıraktığı, ziyaretine gelen diğer kardeşimiz ve faal arkadaşımız Feyzi Mehmed Efendi’ye ikmalini rica ederek dünyaya veda ve ebedî hayatına, inşâallah bu kelime-i tayyibe ile hayatının sonunu mühürleyerek imanlı olarak kabre girdiğini izhar ve Risale-i Nur’un talebelerine açık bir müjde ve tebşiratta bulunmuştur.

İşarat-ı Kur’aniyenin yirmi altıncı âyetinin فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدٖينَ sırrıyla “Risale-i Nur talebeleri, iman ile kabre gireceklerdir.” tebşiratının sıdkını gösteren bu açık kerametin ve tebşirat-ı azîmenin bütün kardeşlerimize tamim olunmasını, Risale-i Nur’un derece-i ulviyetini ve hâdimlerinin mükâfatlarının ne zaman ve ne suretle verilmekte olduğunu aynelyakîn bilinmek ve görülmek üzere, şu hakikat muvafık ise İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’ne tahşiye olunmasını rica ederim, kıymetli Üstadım.

Risale-i Nur şakirdlerinden Ahmed Nazif Çelebi

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ مَا اَرْسَلْتُمْ لَنَا

Aziz kardeşlerim!

Âhir zamana işaret eden hadîsin âhirinde مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ âyetine dair iki dakika içinde ve hadîsin işaretini tashih anında âni olarak mücmelen hatıra gelen işaret-i gaybiyenin gayet acelelik ile tevafuk-u cifrîsinde, zararsız bir küçük sehiv vuku bulmuş idi. O vakitten beri daha ona dikkat etmemiştim. Bu defa, cidden ve hakikaten Mübarekler Heyeti’nin cem’ ve telif ettikleri Lâhika Risalesi’nin o âyete dair fıkranın kitabetinde bir kasdî sehiv gördüm. O ihtardarane kasdî sehiv, benim kusurkârane sehvimi bildirdi. O çok müdakkik ve çok Mübarekler Heyeti’ne beni çok minnettar ve mesrur eyledi. Şöyle ki:

كَلِمَةً طَيِّبَةً makamı, bin iki (1002) diye sehven yazılmıştı. ط sayılmamış; doğrusu, bin on birdir (1011). Risaletü’n-Nur’un makamına on üç farkla tevafuk etmekle beraber, izafeden tavsife geçse رِسَالَةٌ نُورِيَّةٌ olur. Bir ى ve ه ilâve olur ve şedde gider bir ن noksan olur. Fakat طَيِّبَةً deki tenvin, bir derece vakfolduğundan sayılmazsa tam tamına bir tek farkla; medde sayılmazsa farksız olarak tevafuk eder.

Hem mana cihetiyle iki âyet, iki cereyana işaretleri ve münasebetleri ve tetabukları çok kuvvetli bulunduğundan; nâkıs bir tevafuk ve zayıf bir emare dahi kâfidir.

Hem böyle makamlarda, böyle büyük yekûnlerde bu gibi küçük farklar zarar vermez. Ben tahmin ederim bu sehiv, beşinci âyetin işaretindeki sehiv gibi ehemmiyetli bir kısım işarat-ı gaybiyenin anahtarı olacak ve bu muazzam âyet, otuz üçüncü âyet olmasına bir işaret idi. İnşâallah istikbalde bir kardeşimiz o hazineyi açacak.

***

Bugünlerde Tefsir’in ve Onuncu Söz’ün tevafukatına baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilat israftır, ehemmiyetli meseleler çoktur, vakit zayi olmasın. Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli bir mesele vardır. Hem madem tevafukta bir inayet-i hâssa ve iltifat-ı Rahmanî Risale-i Nur’a karşı tezahür etmiş. O iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirane sevinç, ne kadar ifratkârane de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini iki cihetle izah edeceğim:

Birincisi: Her şeyde –ne kadar cüz’î de olsa– bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakiki olarak olmamasıdır. Evet, kesretin en çok dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen, kelimattaki hurufatın vaziyetleridir. Hususan kitabette, madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşerî karışmayan hurufatın vaziyetlerinde bir tenasüp, bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybî tahtında vaziyetler veriliyor. Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir ki böyle cüz’î ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde ve irade-i âmme cilvesinde, bir inayet-i hâssa suretinde, Risale-i Nur’a bir imtiyaz nevinde, hususi bir teveccüh ve iltifat görülmüş. Ben bu derin meseleyi görmek için İşaratü’l-İ’caz tefsirinin tevafukatına dikkat ettim, kat’î bir kanaat ile o sırrı bildim ve hissettim.

İkinci cihet: Nasıl ki çok mübarek ve kudsî büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkârane, bir kapta bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan etse, elbette o bîçare adam, o pek büyük zata karşı, hediyenin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zatın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitap gibi öpse ve başına koysa israf olmadığı gibi; aynen öyle de Risale-i Nur yüzünde irade-i âmme, inayet-i hâssa iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilat, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev’idir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. Kusura bakılmaz. Evet, böyle bir zatın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.

İkinci Mesele: Ben hem kendimde hem bu yakındaki Risale-i Nur talebelerinde, şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. Sebebini vâzıhen bilmiyordum. Şimdi, eskide söylediğim tahminî sebep, hakikat olduğunu gördüm. Şöyle ki:

Nasıl maddî hava fena ise fena tesir ediyor. Manevî hava da bozulsa herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslâm manevî havası, umum ehl-i imanın âhiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor. Müthiş arızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder.

Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdeta o âhiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi; dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı muzahrefe o manevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.

Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkülat ziyadeleşse kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.

***

[1] Hâşiye: Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.

[2] Hâşiye: Evet, bazı ehl-i velayetin ileride talebesi olacak zatlar, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kable’l-vukuun inkişafıyla kerametkârane keşfettikleri gibi Risale-i Nur’un talebelerinin mühimlerinden birkaç zat dahi çok zaman evvel, bir hiss-i kable’l-vuku ile ileride Said ile alâkadar bir surette bir Nur’a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte onların birisi de Nazif’tir.