Bakara Suresi 14-15. âyetler

وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّا وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاطٖينِهِمْ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ۞ اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فٖى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

İstihza ve istihfaf gibi, münafıkların dördüncü cinayetlerini beyan eden şu âyetin fesat, ifsad, tesfih gibi sebkat eden cinayetlerine atfını iktiza eden, ayn-ı münasebetle bu âyetin mealiyle mâkablinin meali arasında irtibat ve intizam hasıl olmuştur.

Bu âyetin cümleleri arasındaki vech-i irtibat ise:

Evet insanın musibet ve elemlere karşı nokta-i istinadı ve ihtiyaç, emellerini tesviye için nokta-i istimdadı olan imanın üç hâssası vardır:

1- Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalara kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez.

2- Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez.

3- Hakikatlere ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir.

Kezalik imanın zıddı olan nifakın da üç hâssası vardır:

1- Zillettir.

2- İfsadata meyletmektir.

3- Başkaları tahkir etmekle gururlanıp zevk almaktır.

Binaenaleyh iman, izzet-i nefsi intac ettiği gibi nifak da onun aksine zilleti intac eder. Zilleti olan, herkese karşı kendisini zelil gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. Kur’an-ı Kerim şu silsileli kizbe وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّا ile işaret etmiştir. Yani “Mü’minlere rast geldikleri zaman ‘Biz de imana geldik.’ diyorlar.”

Sonra nifak, imanın hilafına kalpleri ifsad eder. Kalbin fesadı ise yetimliği intac eder. Yani bozuk olan bir kalp kendisini sahibsiz, mâliksiz, yetim bilir. Bundan korku neş’et eder. Korku da onu kaçıp, gizlenmeye icbar eder. Kur’an şu hallerine وَاِذَا خَلَوْا ile işaret etmiştir. Yani “Kaçıp halvetlere gittikleri zaman…”

Sonra nifak, imanın aksine akraba ve saireler arasındaki sıla-i rahmi kat’eder, keser. Bu ise şefkati izale eder. Şefkatin zevali ise ifsadata sebep olur. İfsaddan fitne çıkar. Fitneden hıyanet doğar. Hıyanet dahi zafiyeti mûcibdir. Zafiyet de himaye edecek bir zahîre, bir arkaya iltica etmeye icbar eder. Kur’an-ı Kerim buna اِلٰى شَيَاطٖينِهِمْ ile işaret etmiştir. Yani “Şeytanlarına kaçıp himayelerine giriyorlar.”

Sonra imanın hilafına, nifakta tereddüt vardır. Yani münafık olan kimse, kat’î bir hüküm sahibi değildir. Bu ise sebatsızlığı intac eder. Bu da mesleksizliği, bu dahi emniyetsizliği tevlid eder. Bu ise –kanunen maznunların her gün ispat-ı vücud etmeleri lüzumu gibi– daima şeytanlarına gidip küfürlerini, ahidlerini tazelemelerini icab ettirir. Kur’an-ı Kerim bu silsileye قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ ile işaret etmiştir. Yani “Bizler sizinle beraberiz.” diye ahidlerini tecdid ediyorlar.

Sonra mü’minlere gidip geldiklerinden hasıl olan şüpheyi izale için özür dilemeye mecbur oldular. Ve imanın hilafına hakikatlere adem-i hürmet ve istihfafta bulunarak kıymetli şeylere ihanet ettiler ki onlara atfedilen ithamları def’etsinler. İşte Kur’an-ı Kerim buna قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ile işaret etmiştir. Yani “Bizim mü’minler ile olan ihtilatımız istihza içindir. Aramızda samimiyet yoktur. Ancak yüzlerine gülüyoruz.”

Sonra münafıkların şu gidiş ve deyişlerini dinleyen sâmi’in, mü’minlerin de mukabelede bulunmalarını intizar etmekte bulunduğu, siyak-ı kelâmdan anlaşıldı. Bunun için Kur’an-ı Kerim de mü’minlere bedel اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ diye mukabelede bulunmuştur. Yani “Cenab-ı Hak, onların istihzaları üzerine eşedd-i ceza ile dünya ve âhirette tecziye eder ve edecektir.”

Cenab-ı Hakk’ın şu mukabelesi mü’minlerin teşrifine ve münafıkların yaptıkları istihzanın, Cenab-ı Hakk’ın tecziyesine karşı adem hükmünde kaldığına ve onların hamakatlerine işarettir.

Sonra Kur’an-ı Kerim وَيَمُدُّهُمْ فٖى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ cümlesiyle cezalarını istihza suretiyle tasvir etmiştir. Yani “Onlar, dalalet ve tuğyanı intac eden esbaba sû-i ihtiyar ve arzularıyla tevessül etmekle sanki lisan-ı hâl ile dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Cenab-ı Hak da onların talebi üzerine isteklerine yardım etmiştir.”

Bu âyetin tazammun ettiği cümlelerin heyetleri arasında intizam ciheti:

Evet, dâhil olduğu hükmün kat’iyetini ifade eden وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا deki اِذَا onların mü’minlere olan mülakatlarını amden ve kasden cezmettiklerine işarettir.

Ale’l-ekser yollarda rast gelmek manasını ifade eden لَقُوا onların yollarda halk içinde mü’minlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir.

اَلْمُؤْمِنٖينَ kelimesine tercihan اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا kelimesinin zikri, onların mü’minler ile cihet-i irtibatları, yalnız iman sıfatı hasebiyle olduğuna ve bütün sıfatlar içinde en mümtaz ve medar-ı nazar yalnız iman sıfatı olduğuna îmadır.

قَالُوا Bu unvan, onların sözleriyle kalpleri bir olmadığına ve söyledikleri sözler mahzan riya ve müdahene perdesi altında kendilerine yapılan ithamları def’ ve mü’minlerden celb-i menafi ile sırlarına vâkıf olmak azminde bulunduklarına işarettir.

اٰمَنَّا makamın iktizasıyla bu kelimenin tekidler ile müekked olarak zikredilmesi lâzım iken tekidsiz zikri, kalplerinde tahrik edici bir şevkin, bir aşkın bulunmadığından sözlerini şiddetsiz ve tekidsiz serseriyane söylemiş olduklarına işarettir.

Ve keza onların tekidleri, adem hükmünde olup mü’minlere inandıramadıklarına işarettir.

Ve keza اٰمَنَّا kelimesiyle; nifaklarına örttükleri perde pek zayıf olduğundan, tekid ve teşdid edildiği takdirde yırtılması ihtimali olduğuna işarettir. Çünkü tekid, teşdid, şüpheye dâîdir. Şüphe ise tahkikata bâistir. Tahkikat yapıldığı takdirde, boyaları meydana çıkar.

اٰمَنَّا nın cümle-i fiiliye ile zikri ise imanlarının sabit ve devamlı olduğunu, mü’minlere inandırmak imkânını bulamadıklarına; yalnız menfaatleri celb, esrara muttali olmak maksadıyla mü’minlere müdahene ve tasannu yapmakla ihdas-ı iman ettiklerine işarettir.

وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاطٖينِهِمْ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ Evvelki âyetle bu âyetin birbirine olan atıfları, onların mesleksiz, sebatsız olduklarına işarettir.

اِذَا nın ifade ettiği cezmiyet, itiyad ettikleri fesat ve ifsad iktizasıyla şeytanlarına gitmelerini zarurî bir vazife bildiklerine işarettir.

خَلَوْا tabiri, cinayetlerinden korktuklarından tesettür ve gizlenmek istediklerine işarettir.

اِلٰى kelimesinin خَلَوْا kelimesiyle daha uygun olan مَعَ kelimesine tercihen zikredilmesi, iki şey içindir. Birisi: Acz ve zaafları yüzünden iltica etmeye mecbur olmalarıdır. İkincisi: Fitne ve ifsad iktizasıyla, mü’minlerin sırlarını kâfirlere îsal etmektir. Bu iki manayı مَعَ ifade edemez.

شَيَاطٖينِهِمْ Bu unvan, reislerinin şeytanlar gibi gizlenip vesveseleri ilka ettiklerine ve şeytanlar kadar muzır olduklarına ve şeytanlar gibi şerden maada bir şey tasavvur etmediklerine işarettir.

قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ Yani “Sizinle beraberiz.” Bu cümle ile nefislerinin tezkiyesine, ahidlerinin tecdidine, mesleklerinde sabit kaldıklarına işaret etmişlerdir. Yalnız bu cümlenin muhataplarında münafıkların münkirleri bulunmadığı halde tekidleştirilmiştir. وَاِذَا لَقُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّا cümlesinin muhatapları hep münkir oldukları halde tekidsiz bırakılmıştır. Bunun esbabı ise birinci cümleyi şevksiz, aşksız; ikinci cümleyi ise aşk u şevkle söylediklerine işarettir.

Şeytanlarına söyledikleri cümleyi ismiye şeklinde, mü’minlere karşı söylediklerini, cümle-i fiiliye suretinde zikretmeleri; maksatlarının burada ahidlerine sabit ve devamlı kaldıklarını ispat; orada ise yalnız imana geldiklerini ihdas ettiklerine işarettir.

اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ Yani “Bizler mü’minlere karşı, ancak istihza edici insanlarız.”

Bu cümlenin evvelki cümleye atfedilmediğinin esbabı:

Evet iki kelime veya iki cümle arasında ya kemal-i ittisal ve ittihad vardır veya kemal-i inkıta, infisal vardır. Bu iki surette, birbirine atıfları caiz değildir. Ancak aralarında orta derece bir inkıta ve bir ittisal olan yerlerde atıfları caizdir. Bu cümle ise اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine bir cihetten tekiddir, bir cihetten de bedeldir. Bu iki surette, her iki cümlenin arasında kemal-i ittisal vardır. Diğer bir cihetten dahi mukadder bir suale cevaptır. Bu surette de aralarında kemal-i inkıta vardır. Çünkü ale’l-ekser sual inşa, cevap ihbar olur. İşte bunun için aralarında atıf yapılmamıştır.

Sual: Bu cümlenin اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine tekid veya bedel olduğunun tevcihi?

Cevap: Evet اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ cümlesi gerek hak ve hakikate gerek ehl-i hak, hidayete ihanete dairdir. Malûm ya, bundan dalalet ve ehl-i dalalete tazim çıkıyor. Bu ise اِنَّا مَعَكُمْ cümlesinin mealidir. Demek, her iki cümlenin mealleri birdir veya birbirini tekid eder.

Mukadder bir suale cevap olduğunun tevcihi ise:

Evet sanki şeytanları tarafından şöyle bir sual vârid olmuştur ki: “Yahu, eğer bizimle beraber ve bizim mesleğimizde olmuş olsaydınız mü’minlere muvafakat etmezdiniz. Ya siz onların mezheplerine geçmişsiniz veya sizin için muayyen bir mezhep yoktur.” Bu suale karşı اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ diye müslümanlardan olmadıklarını sarahaten söyledikleri gibi, hasrı ifade eden اِنَّمَا ile muayyen bir mezhebi olmayanlardan olmadıklarına işaret etmişlerdir.

Ve keza devamı ifade eden ism-i fâil sîgasıyla مُسْتَهْزِؤُنَ demeleri, mü’minlere karşı yaptıkları istihzanın daimî bir sıfatları olup, bilâhare ârız olan bir sıfatları olmadığına işarettir.

اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ Yani “Allah onlara istihza ediyor.” Bu cümlenin evvelki cümlelere atfedilmeyerek, atıfsız zikredilmesinin esbabı:

Evet atfedilmiş olsaydı ya اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ cümlesine atfolurdu. Bu ise bu cümlenin de اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine tekid olmasını icab eder.

Veya اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine atfolurdu. Bu dahi bu cümlenin onların sözlerinden biri olduğunu iktiza eder.

Veyahut قَالُوا ya atfolacaktı. O vakit Allah’ın onlara olan istihzası, halvet zamanıyla mukayyed olacaktı. Halbuki Allah’ın istihzası daimîdir.

Veya وَاِذَا لَقُوا cümlesine atıf yapılacaktı. Bu ise her iki taraftan, yani matuf ve matufun-aleyhten maksadın bir olduğunu istilzam eder. Halbuki birinci cümle, amellerini beyan eder. İkinci cümle de, cezaları hakkındadır. Demek mahzursuz, münasip bir matufun-aleyh bulunmadığından müste’nife olarak yani mâkabliyle bağlı olmayarak mukadder bir suale cevap kılınmıştır.

Evet münafıkların fenalığı, kötülüğü öyle bir dereceye bâliğ olmuştur ki, hallerine vâkıf olan her ruh “Acaba böyle fena olanların cezası nedir? Ve cezaları verilecek mi?” diye sormaya mecbur olur.

İşte Kur’an-ı Kerim اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ cümlesiyle şu mukadder suale cevap vermiştir.

Demek bu cümlenin istinafı, atfından daha mühimdir.

Sonra makamın iktizası ile, onların istihzalarına karşı mü’minlerin mukabelede bulunmaları icab eder iken Cenab-ı Hakk’ın mukabelede bulunması, mü’minlerin teşrif ve terahhumlarına işaret olduğu gibi, münafıkları istihza etmekten zecir ve men’ etmek içindir. Zira istinadları Allâmü’l-Guyub’a olanlar, istihza edilemezler.

Sonra Cenab-ı Hakk’ın tenkil ve taziplerinden istihza ile tabir etmek şe’n-i uluhiyete yakışmadığından, istihzanın lâzımı olan tahkir irade edilmiştir.

Sual: Münafıkların istihzası, devamı ifade eden ism-i fâil sîgasıyla olduğu halde; Cenab-ı Hakk’ın mukabil istihzası, teceddüdü ifade eden fiil-i muzari sîgasıyla yapıldığında hikmet nedir?

Cevap: Tazip, tahkirler; tebeddül ve teceddüd ile tesirleri çoğalır. Zira bir çeşit üzerine devam eden bir elemin tesiri gittikçe azalır. Tazelendikçe tesiri çok olur. Bu manayı ifade eden, ancak fiil-i muzaridir. İsm-i fâil ise yalnız devamı ifade eder.

وَيَمُدُّهُمْ فٖى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ Yani “Dalalet esbabına tevessül etmekle, dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Allah da onlara dalalet vermiştir.”

Allah tarafından yardımın yapılmasını ifade eden يَمُدُّ kelimesi, abdin hâlık-ı ef’al olduğunu iddia eden İtizal mezhebinin reddine işarettir. Ve onların lisan-ı hâl ile istekleri üzerine Allah’ın onlara yardım ettiğine delâlet eden يَمُدُّ nün tazammun ettiği يَسْتَمِدُّ cümlesi; abdin elinde bir şey yok, hep Allah’tan olduğunu iddia eden mezheb-i Cebr’in reddine işarettir. Zira onlar sû-i ihtiyar ve arzularıyla istemişler, Allah da onların istediklerini vermiştir.

طُغْيَانٌ kelimesinin هُمْ zamirine izafesi; tuğyan cinayeti onların ihtiyarıyla husule gelip, cebir ile alâkadar olmadığından “Bizler Allah’ın cebriyle bu tuğyanı yapıyoruz.” diye mazeretlerinin reddine işarettir. طُغْيَانٌ unvanı ise onların zararı, tufan gibi bütün mehasin ve kemalâtı tahrip ettiğine îmadır.

يَعْمَهُونَ Yani “Tuğyan ve dalaletlerinde mütehayyir ve mütereddid şahıslardır. Ne meslekleri var ve ne muayyen bir maksatları vardır.”

***

Bakara Suresi 13. âyet

وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ اٰمَنُوا كَمَٓا اٰمِنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ

Yani “Halkın imana geldikleri gibi, siz de imana geliniz.” diye imana davet edildikleri zaman “Süfeha takımının imana geldiği gibi, biz de mi imana geleceğiz?” diye cevabında bulunurlar. Fakat süfeha takımı, ancak ve ancak onlardır. Lâkin bilmiyorlar.

Bu âyeti mâkabliyle rabt ve nazmeden cihetler:

Evet bu iki âyet, münafıkların cinayetlerini hikâye ettikleri gibi onlara nasihat ve irşad vazifesini de görüyorlar. Binaenaleyh bu iki âyetin arasındaki atıf ya mü’minlere isnad ettikleri sefahet cinayeti, arzda yaptıkları ifsad cinayetine atıftır veya emr-i bi’l-marufu tazammun eden ikinci âyet, nehy-i ani’l-münkeri ifade eden birinci âyete atıftır. Demek bu iki âyet arasında cihetü’l-vahdet ya cinayettir veya irşaddır.

Bu âyetteki cümlelerin arasındaki cihet-i irtibat:

Evet vaktâ ki وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesiyle farz-ı kifaye olan nasihat vazifesi îfa edilmek üzere, kâmil insanlardan ibaret olan cumhur-u nâsa ittibaen hâlis bir imana davet edildikleri zaman, enaniyet-i cahiliyeleri heyecana gelerek قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ deyip gurur ve inatlarında ısrar etmekle “Davamız haktır ve bizler hak üzerindeyiz.” diye bâtıl ve inatçıların âdeti gibi, bâtıl davalarını hak ve cehaletlerini ilim iddia ettiler. Çünkü nifakla kalpleri fesada uğramıştır. Tabiî fâsid olan bir kalp gururlu olur ve ifsadata meyleder. Binaenaleyh kalplerinin fâsid olmasından temerrüd ve inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz ettikleri ifsad iktizasıyla, yekdiğerine halkı idlâl etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle diyanet ve imanı, sefahet ve sefalet telakki ediyorlar. Ve nifaklarının icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden “Biz divane değiliz, nasıl sefihler gibi olacağız?” gibi bir mana çıkar. Bâtınından ise “Nasıl ekserisi fukara ve nazarımızda sefih olan mü’minler gibi olacağız?” gibi diğer bir mana çıkıyor.

Sonra Kur’an-ı Kerim, onların mü’minlere attıkları sefahet taşını اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ cümlesiyle iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vâsıl olanın hak ve müstehakkı, beyne’n-nâs teşhir edilmekle sefahetin kendisine münhasır olduğunu ilan etmektir.

Sonra وَلٰكِنْ لَايَعْلَمُونَ cümlesiyle onların cehl-i mürekkeble cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden onlardan tamamıyla i’raz etmek lâzımdır. Çünkü nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini de bilmezler.

Bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan vech-i irtibat:

Evet وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesindeki اِذَا kat’iyeti ifade ettiğinden, emr-i maruf ile halkı irşad etmek lüzumuna işarettir.

Sîga-i meçhul ile zikredilen قٖيلَ nasihatin alâ sebili’l-kifaye vâcib olduğuna işarettir.

Ve اَخْلِصُوا فٖى اٖيمَانِكُمْ gibi, “ihlas” lafzını ihtiva eden bir cümleye bedel اٰمِنُوا lafzının zikredilmesi; ihlası olmayan imanın, imandan addedilmemesine işarettir.

Ve كَمَا اٰمَنَ النَّاسُ lafzıyla güzel bir misal, bir numune, bir örnek gösterilmiştir ki ona ittiba ederek ihlaslı bir imana gelsinler.

نَاس lafzında iki nükte vardır. Ve o iki nükte, vicdanları emr-i marufa icbar eden âmillerdendir.

Birincisi: نَاس unvanı herkesi, cumhur-u nâsa tabi olmaya davet eder. Çünkü cumhura muhalefet öyle bir hatadır ki o hatayı irtikâb etmek kalbin, vicdanın şanından değildir.

İkincisi: كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ tabirinden anlaşılıyor ki imanı olmayan, nâstan addedilmemesi lâzımdır. Ancak نَاس tabiri mü’minlere mahsustur. Bu da ya imanın hâsiyetiyle insaniyetin hakikati mü’minlere münhasırdır veya imansız olanlar insaniyetin mertebesinden sukut etmişlerdir.

قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ Yani: “Biz nasihatleri kabul etmiyoruz. Şu miskinlerin cemaatine nasıl gireceğiz? Bizim gibi ashab-ı câh, mertebe; onlara kıyas edilemez.”

قَالُوا nefislerini tezkiye, mesleklerini terviç, nasihatten istiğna, mağrurane dava şeklinde müdafaa etmelerine işarettir.

İnkârî bir istifhamı ifade eden اَنُؤْمِنُ kelimesi, onların cehalette gösterdikleri temerrüd ve inada işarettir. Sanki istifham ile nasihat edene soruyorlar ki: “Mesleğimizi terk etmemize vicdanın razı, insafın kabul eder mi?”

Sual: Onlar o sözlerinde, kimleri muhatap etmişlerdir?

Cevap: Evvela, nefislerine; sâniyen, ebna-yı cinslerine; sâlisen, nasihat edenlere tevcih-i hitab etmişlerdir.

Evet, birisine nasihat yapılır iken o adam evvela nefsine müracaat eder. Sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat edene döner. Yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen vaktâ ki münafıklar imana davet edildiler. Fesada uğramış kalplerine, tefessüh etmiş vicdanlarına yaptıkları müracaatta inkâr cevabını alarak kalplerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsad arkadaşlarına müracaat yapar. Yine inkâr cevabını alarak gizli gizli konuşmalara başlarlar. Sonra itizar şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: “Yahu aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zengin, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet sâikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztırarîdir. Biz isek ashab-ı izzet, servet insanlarız.”

Hülâsa: Onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa davet ettiler. Huda’ ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: “Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme! Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak hâlis mü’minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz.” diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki kalplerinde “Bu fakir ve kıymetten sukut eden mü’minler gibi değiliz.” gibi başka bir manayı izmar etmişlerdir.

Hülâsa: اَنُؤْمِنُ lafzında onların fesadına, ifsadına, gururlarına, nifaklarına gizli birer remiz vardır.

كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ Yani “Kâmil zannettiğiniz mü’minler; nazarımızda zelil, fakir bir cemaattir. Her birisi bir kavmin sefihidir.”

Onların tecviz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır:

1- Mecmau’l-mesakin, melceü’l-fukara, hakkı himaye, hakikati muhafaza, gururu men’, tekebbürü def’ eden yegâne İslâmiyet’tir. Evet, kemal ve şerefin mikyası İslâmiyet’tir.

2- Nifakı intac eden; garaz, gurur, tekebbürdür.

3- İslâmiyet; ehl-i dünya, ashab-ı meratib ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinler hilafına, ehl-i fakr, hâcet elinde ihkak-ı hak için kırılmaz elmas bir kılınçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir.

اَلَا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ Bilinmesi lâzımdır ki Kur’an-ı Kerim’in kesretle nifakın aleyhine yaptığı şiddetli tehditler, takbihlerin sebebi ancak ve ancak âlem-i İslâm’ın nifak şubelerinden maruz kaldığı darbelerdir.

اَلَا ikaz âleti olup, sefahetlerini teşhir ve efkâr-ı âmmeyi sefahetlerine istişhad etmek için zikredilmiştir. Hakikati göstermek için bir âyine ve hakikate delâlet için bir delil vazifesini gören اِنَّ lisan-ı haliyle “Hakikate bakınız.” diye “Onların zahirî safsatalarının aslı yoktur, aldanmayınız.” diyor.

Hasrı ifade eden هُمْ kelimesi nefislerine iddia ettikleri tezkiyeyi red ve mü’minlere isnad yaptıkları sefaheti def’ eder. Yani bir lezzet-i fâniye için âhiretini terk eden sefihtir. Bâki bir mülkü, hevesat-ı fâniyesinin terkiyle satın alan sefih değildir.

اَلسُّفَهَٓاءُ deki elif ve lâm, hükmün malûmiyetine ve kemaline işarettir. Yani onların sefaheti malûmdur. Ve sefahetin son sistemi onlardadır.

وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ cümlesinde üç işaret vardır.

1- Hakkı bâtıldan, iman mesleğini nifak mesleğinden temyiz etmek ancak ilim ve nazar ile olur. Fakat yaptıkları fitne ve fesatları zahir olduğu için edna bir şuuru olan farkında olur. Buna binaen Kur’an-ı Kerim birinci âyeti وَلٰكِنْ لَايَشْعُرُونَ ile zeyllendirmiştir.

2- لَايَعْلَمُونَ gibi âyetlerin sonunda zikredilen اَفَلَا يَعْقِلُونَ ve اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve اَفَلَا يَتَذَكَّرُونَ gibi cümleler ile İslâmiyet’in akıl, hikmet, mantık üzerine müesses olduğuna işarettir ki her bir akl-ı selim kabul etmek şanındadır.

3- Onlardan i’raz etmek ve onlara itimad etmemek lâzımdır. Çünkü cehillerini bilmediklerinden nasihatin onlara tesiri olmuyor.

***

Bakara Suresi 11-12. âyetler

وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ لَاتُفْسِدُوا فِى الْاَرْضِ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ ۞ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَايَشْعُرُونَ

Bu âyetin evvelki âyetle vech-i irtibatı:

Evet, vaktâ ki münafıkların nifakından neş’et eden cinayetlerin birincisini teşkil eden nefislerine zulmetmekle hukukullaha tecavüzleri olan cinayet zikredildikten sonra, mezkûr cinayetlerin ikincisini teşkil eden hukuk-u ibada tecavüz ile aralarına fesadı ilka etmek olan cinayet dahi mevki-i münasibinde zikredilmiştir.

Sonra وَاِذَا قٖيلَ cümlesi münafıkların kıssasına ve hikâyesine dâhil olduğu cihetle وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ deki يَقُولُ ye bağlıdır, mana ve mealce يُخَادِعُونَ ye nâzırdır. Hadd-i zatında dahi يَكْذِبُونَ ye merbuttur. Üslubun tağyiri ise yani kaziye-i hamliye yerine, kaziye-i şartiyenin iradı يَكْذِبُونَ ile وَاِذَا قٖيلَ arasında birkaç cümlenin mukadder olduğuna bir emaredir. Takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: “Yalan söyledikleri zaman, fitneyi îka ediyorlar. Fitneyi îka ettikleri zaman, ifsad ediyorlar. Nasihat edildikleri vakit, kabul etmiyorlar. Fesadı yapmayın denildiği zaman ‘Biz ancak ıslaha çalışıyoruz.’ diyorlar.”

Bu âyetin ihtiva ettiği mezkûr ve gayr-ı mezkûr cümleler arasındaki vech-i irtibat bir misal ile izah edilecektir. Şöyle ki:

Bir insan, tehlikeli bir yola sülûk ettiği zaman en evvel “Senin bu yolun seni felakete götürür, o yoldan vazgeç!” diye nasihat yapılır. O insan vazgeçmediği takdirde, şiddet ile zecir ve nehyedilir. Ve aynı zamanda “Umum halkın nefret ve kahrına uğrarsın.” diye tehdit edildiği gibi “Ebna-i cinsine zulmetmiş olursun.” diye şefkat-i cinsiyeye de davet edilir.

Eğer o insan, sarhoşlar gibi inatlı ve kafasız ise kendisine yapılan nasihat ve zecir ve nehiyleri müdafaa ile mukabele eder ve “Benim mesleğim haktır, ne senin hakk-ı itirazın var ve ne benim senin nasihatlerine ihtiyacım var.” diye serkeşliğe başlar.

Eğer o insan iki yüzlü ise, tabiî bir cihetten nasihat edenleri kandırır ve ilzamına çalışır. Diğer cihetten de “Ben ıslah edici bir insanım.” diye mesleğini hak göstermekle devam eder. Ve aynı zamanda “Islah benim hakiki bir sıfatım olup, bilâhare hasıl olmuş bir sıfat değildir.” diye davasını tekid ve teyid eder.

Bundan sonra eğer o insan mesleğinde, ısrar ile nasihatleri kabul etmese anlaşılır ki onun ıslahına hiçbir çare ve bir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet etmemek için mesleğinin muzır ve fena olduğunu ilan etmek lâzımdır ki herkes ondan tahaffuz etsin. Zira aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam etmiyor ki böyle zahir olan bir şeyi hissedebilsin.

İşte bu misaldeki cümlelerin arasındaki münasebetlere dikkat edilirse, mezkûr âyetin cümleleri arasında bulunan münasebet halkaları güzelce görünecektir. Evet aralarında öyle fıtrî bir nizam vardır ki îcaz ve ihtisarından i’cazın yüksek sesleri işitilir.

Mezkûr âyetin her bir cümlesinin heyetindeki vech-i intizam:

Evet kat’iyeti ifade eden وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ deki اِذَا kötü ve fena şeyleri men’ ve nehyetmek lâzım ve vâcib olduğuna işarettir.

Fâilin terkiyle sîga-i meçhul ile zikredilen قٖيلَ kötü bir şeyi nehyetmek, farz-ı kifaye olduğuna işarettir.

Menfaat ve lütfu ifade eden لَهُمْ deki ل yapılacak nehiylerin tahkir ve tahakküm suretiyle değil, ancak nasihat tarzı ile lâzım olduğuna işarettir.

لَا تُفْسِدُوا şöyle bir kıyas-ı istisnaîye işarettir ki: “Böyle yapmayın, aksi takdirde karışıklıklar meydana gelir. İnsanlar arasında itaat rabıtası kesilir. Adalet ihtilale inkılab eder. İttifak ve ittihadın ipleri kırılır. Fesat doğmaya başlar. Öyle ise böyle yapmayın ki, fesat olmasın.”

فِى الْاَرْضِ nehyi tekid, zecri idame ettiriyor. Çünkü nasihat muvakkat olduğu için inzicarın devamı lâzımdır. Bu da vicdanın heyecana getirilmesiyle olur. Bu dahi ya şefkat-i cinsiyenin uyandırılmasıyla veya nefret-i umumiyeye maruz kalmak korkusuyla olur. Evet فِى الْاَرْضِ kelimesi her iki ciheti de temin eder. Zira “arz” kelimesi lisan-ı haliyle: “Sizin bu fesadınız nev-i beşere sirayet eder. Nev-i beşerin bilhassa fakir fukara, masumların sizlere kötülüğü nedir ki onlara karşı böyle fenalıkta bulunursunuz? Şefkat-i cinsiyeniz yok mudur, ne için merhamet etmiyorsunuz? Pekâlâ, teslim ettik ki sizin şefkat-i cinsiyeniz yoktur. Hiç olmasa nefret-i umumiyeden korkunuz.” diye onları ikaz ediyor.

Sual: Onların maksatları umum insanlar değildir. Ne için onların fesadı bütün insanlara sirayet etsin?

Cevap: Evet, siyah bir gözlüğü takan adam her şeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik basiret gözü de nifak ile perdelenirse ve kalp küfür ile peçelenirse bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara belki kâinata karşı bir buğz, bir adavete sebep olur. Hem de küçük bir dişin kırılmasıyla büyük bir makinenin müteessir olduğu gibi, bir şahsın nifakıyla heyet-i beşeriyenin intizamı müteessir olur. Zira adalet, intizam, İslâmiyet itaatle olur. Maalesef onların serptikleri zehirler tabakadan tabakaya intikal ede ede, bu zillet, sefaleti ismar etmiştir.

قَالُوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ Yani “Halkı ifsad etmeyin.” denildiği zaman “Bizler ancak ıslah edici insanlarız.” iddiasında bulundular.

اِنَّمَا da iki hâsiyet vardır.

Birincisi: Dâhil olduğu hükmün hakikaten veya iddiaen malûm olması lâzımdır. Bu hâsiyetten, nasihat edenleri tezyif etmeye ve cehaletlerine olan sebatlarını izhar etmeye bir remiz vardır. Yani: “Bizim ıslah edici olduğumuz malûmdur, binaenaleyh mesleğimizde sebat ederiz, nasihatlere kulak asan değiliz.”

İkinci hâsiyet, hasrdır. Bu hasrdan dahi onların salahlarına, hiçbir fesadın karışmamış olduğuna bir remiz vardır. Ve bu remizden mü’minlere bir ta’riz vardır ki onların salahlarına fesat karışıyor.

Sebat ve devamı ifade eden ism-i fâil sîgasıyla مُصْلِحُونَ nin نُصْلِحُ ya tercihen zikredilmesi, salahlarının sabit ve daimî bir sıfat olduğundan şimdiki halleri de ayn-ı salah olduğuna işarettir. Sonra onlar, bu kelâmlarında da münafıklık ediyorlar. Zira bâtınen fesatlarını salah addettikleri gibi, zahiren “Bu amelimiz mü’minlerin salah ve menfaatleri içindir.” diye mürailik yapıyorlar.

اَلَا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ Bu âyetin mâkabliyle vech-i irtibatı:

Evet evvelki âyette münafıklardan hikâye edilen bazı manalar, iddialar vardır. Mesela: Mesleklerini terviç ve teşvik etmişlerdir. Salahı kendilerine ispat ve salahın daimî bir sıfatları olduğunu iddia etmişlerdir. Ve amellerinin salaha münhasır olduğu ve salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğu ve bu hükmün malûm hükümlerden bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır. Ve mü’minlere ta’rizde bulunarak nasihat edenleri techil etmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim de münafıkların şu mezkûr iddialarını cerh ve akislerini ispat etmek üzere, şu cümlede bazı hükümler serdetmiştir.

Ezcümle:

Fesat, münafıklara isnad ve ispat edilmiştir.

Ve onların, müfsidlerin hakikatiyle ittihad ettiklerine işaret edilmiştir.

Ve fesadın münafıklara münhasır olduğuna ve bu hükmün sabit bir hakikat bulunduğuna işaretler yapılmıştır.

Ve onların muzır olduklarına halk ikaz edilmiştir. Ve hislerini nefyetmekle techil edilmişlerdir.

Evet, fena bir şeye düşmemek için kullanılmakta olan ikaz âleti denilen اَلَا ile, onların davaları halkın nazarında tezyif ve iptal edilmiştir.

Tahkiki ifade eden اِنَّ ile davalarında iddia ettikleri hakkaniyet ve malûmiyet reddedilmiştir.

Hasrı ifade eden هُمْ onların اِنَّمَا ve نَحْنُ ile mü’minlere karşı yaptıkları ta’rize cerh edici bir mukabeledir.

Cins ve hakikati ifade eden اَلْمُفْسِدُونَ deki harf-i tariften anlaşılır ki onlar, müfsidlerin hakikatiyle ittihad etmişlerdir.

Şuurdan mahrum olduklarını ifade eden وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ cümlesi, onların zu’mlarınca davalarının malûmiyeti dolayısıyla, nasihate ihtiyaçları olmadığına ve nasihat edenleri tezyif ettiklerine karşı bir müdafaadır.

***

Bakara Suresi 9-10. âyetler

يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَمَايَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ ۞ فٖى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَ هُمُ اللّٰهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

Bu âyet bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek münafıkları tevbih, takbih, tehdit, ta’cib etmekle evvelce اٰمَنَّا dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci cinayeti olan huda’ ve hilelerini beyan etmektedir.

Evvelen nifakın birinci cinayeti olan huda’a ait يُخَادِعُونَ den يَكْذِبُونَ ye kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lâzımdır:

1- Allah’ı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulunduklarına tahmik edilmişlerdir.

2- Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurmak için tesfih edilmişlerdir.

3- Menfaati mazarrattan tefrik edemedikleri için, techil edilmişlerdir.

4- Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş ve saire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.

5- Şifanın talebiyle marazlarını tezyid ettiklerine tezlil edilmişlerdir.

6- Elemden maada bir şeyi intac etmeyen koyu bir azap ile tehdit edilmişlerdir.

7- İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.

Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam, irtibatın şöyle bir tasvir ile dinlenmesi lâzımdır:

Bir şahıs bir şahsı, nasihatle fena bir şeyden men’ etmek üzere şöyle tevcih-i kelâmda bulunur:

“Yâ hâzâ! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir.

Hem nefsine zarardır.

İyi-kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur?

Anlaşılan hakikati hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır.

Tabiî o hastalıktan kurtulup şifayâb olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halin ile bir lezzet, bir zevk istersen en şedit bir elemi intac eden bir azap eline geçer. En-nihaye eğer sarhoşluğundan ayılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere, hortumun üstüne bir damganın vurulmasıyla, seni teşhir ve ilan etmek lâzımdır.”

Kezalik Cenab-ı Hak, münafıkları nifaktan zecir ve men’ için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor.

يُخَادِعُونَ اللّٰهَ Yani hile ile Allah’ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-i Ekrem (asm) Allah’ın elçisidir. Ona yapılan hile, Allah’a râcidir. Allah’a yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattır. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü mûcibdir.

وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّا اَنْفُسَهُمْ Yani onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar, zira fiillerinde nef’ değil zarar vardır. Bu zarar da nefislerine râcidir. Nefislerine zarar veren, ancak süfeha takımıdır.

وَمَا يَشْعُرُونَ Yani nef’ u zararı tefrik edecek bir hisse mâlik değillerdir. Bu ise cehaletin en alçak ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.

فٖى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ Yani nifak ve hasedden kalplerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki hakkı bâtıl, hakikati hurafe telakki etmeye sebeptir. Zaten fâsid bir kalpten, bozuk bir ruhtan böyle rezaletlerin çıkması tabiîdir.

فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا Yani eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasedlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler; o zannettikleri ilaç kalplerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehir ile tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet kırık ve yaralı bir el ile intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.

وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ Yani eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler şu nifaklarında pek çok maasi olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. Ancak dünyada şedit bir elemi, âhirette de en şedit bir azabı intac edecek bir dalalettir.

بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ Yani yaptıkları kizbden pişman olup nedamet etmedikleri takdirde, beyne’n-nâs yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki başkalar, onlara itimad edip, marazlarına maruz kalmasınlar.

Mezkûr cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:

Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o muhaliyeti göz önüne getirip, çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا cümlesinde münafıkların amelinden, müşareket babından muzari sîgasıyla huda’ unvanıyla tabir edilmiştir.

Ve keza makamın iktizası hilafına اَلنَّبِىُّ ye bedel اَللّٰه ve اَلْمُؤْمِنٖينَ ye bedel وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا zikredilmiştir.

Çünkü يُخَادِعُونَ nin maddesinden nefret çıkar. Sîgasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket ise müşakeleti yani mukabele-i bi’l-misli icab eder. Müşakelet ise onların seyyielerine karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intac ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akîm kaldığına delâlet eder.

اَللّٰهُ kelimesinin tasrihinden de, garazlarının muhal olduğuna delâlet vardır. Çünkü Resul-i Ekrem’e (asm) yapılan huda’, Allah’a râcidir. Malûm ya Allah’la pençeleşmek isteyen düşer.

وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا : اَلَّذٖينَ nin ibhamını izale etmek için sıla olarak iman sıfatının ihtiyar edilmesi onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü’minlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla akılları münevver olan mü’minlerin dirayetinden hilenin gizli kalmamasına bir îmadır.

وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّا اَنْفُسَهُمْ Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine işarettir. Zira mü’minlere zarar verdirmek için yaptıkları muamele makûse olup baltayı nefislerine vurmakla, sanki o huda’ı bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini ilan etmişlerdir.

يَخْدَعُونَ nin يَضُرُّونَ ye tercihi, yine sefahetlerine işarettir. Çünkü ashab-ı ukûl arasında kasden nefsine zarar veren vardır fakat amden kendisiyle hud’a yapan yoktur. Meğerki insan suretinde bir eşek ola.

اَنْفُسَهُمْ Bu unvan onlara pek aziz, sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere, bir hazz-ı nefsanî kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksü’l-amel kabilinden bir zakkum ismar etmiş olduğuna işarettir.

Sual: Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki onların huda’ ve nifakları, İslâmiyet’e ve âlem-i İslâm’a zarar vermemiştir. Halbuki âlem-i İslâm’ın unsurlarında öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir?

Cevap: Âlem-i İslâm’da görünen zarar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş’et ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyar ile yaptıkları huda’ ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenab-ı Hakk’a, Peygamber’e (asm), cemaat-i müslimîne yapılan bir muameledir. Malûmdur ki Allah o muameleye âlimdir. Peygamber (asm) de vahiy ile vâkıftır. Cemaat-i müslimînce de imanî bir şiddet-i zekâ sayesinde o gibi hileler tesettür edip gizli kalamaz. Demek onların vurdukları balta, dönüp başlarını kırmıştır. Çünkü aldanan cemaat-i müslimîn değildir. Ancak aldatan aldanandır.

وَمَا يَشْعُرُونَ Yani yaptıkları hilenin nefislerine râci olduğunu hissetmiyorlar. Bu fezleke onların cehaletini ilan ediyor. Zira ukalâdan değildirler. Çünkü onların bu işleri, ukalâ işi değildir. Ve keza hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü hayvanlar, zararlı olan şeyleri hissettiklerinden çekinirler. Demek bunlar, hiss-i hayvanîden de mahrumdurlar. Öyle ise, ihtiyar ve şuuru olmayan cemadat nevine dâhildirler.

فٖى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ Bu cümlenin mâkabliyle vech-i irtibatı: Vaktâ ki onlar, şuur hissini istihdam ederek muhakeme-i akliye ile amel etmediler. Anlaşıldı ki ruhlarında bir maraz vardır. Ve lâekall onun zararlı bir maraz olduğunu bilmeleri lâzımdır ki o marazdan sâdır olan hükümlere itimad etmesinler. Çünkü o maraz; hakikatleri tağyir etmekle acıyı tatlı, çirkini güzel gösterir şanındadır.

Zarfiyeti ifade eden فٖى kelimesinden anlaşılır ki onların marazları, kalbin sathında değildir. Ancak kalbin melekûtunda yani iç yüzünde kâin bir marazdır.

قَلْب unvanından anlaşılır ki kalbin sathında bulunan bir hastalık, bütün a’mal-i bedeniyeyi sekteye uğrattığı gibi, kalbin iç yüzü de nifak ile hastalandığı zaman, ef’al-i ruhiye tamamen istikamet üzerine lâzım olan hareketten düşerler. Çünkü hayatın mihveri ve makinesi, ancak kalptir.

فٖى قُلُوبِهِمْ in مَرَضٌ üzerine takdimi, iki cihetle hasrı ifade eder.

Biri: Maraz başka uzuvlarında değil ancak kalplere münhasırdır. Diğeri: O kalpler de ancak münafıkların kalbi olup başkaların kalpleri değildir.

O iki hasırdan ta’riz suretiyle anlaşılır ki nur-u iman, insanın bütün ef’al ve âsârına sıhhat ve istikameti vermek şanındadır.

Ve yine anlaşılır ki fesat kalptedir. Malûm ya bir şeyin esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmek bir faydayı teşkil etmez.

Ve yine anlaşılır ki fıtrattan hakikat çıkar. Ve fıtrat, hakikatlere merci bir masdardır. Fesat ve harab ise ârızî bir marazdır. Çünkü eşyada asıl sıhhattir. Maraz ise ârızîdir. Binaenaleyh “Nifak ve fesadımız fıtrîdir. İhtiyarî olmadığından mûcib-i ceza değildir.” diye itizarda bulunamazlar.

Tenkiri meçhuliyeti ifade eden tenvin ise, marazın pek gizli olduğundan ne görünmesi ve ne tedavisi mümkün olmadığına işarettir.

Beşinci cümleyi teşkil eden فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا nin, mâkabliyle vech-i irtibatı ile eczası arasındaki cihet-i intizam:

Evet, vaktâ ki münafıklar yaptıkları amelden bir maraz olduğu kanaatiyle içtinab etmediler. Bilakis o amellerini istihsan ederek fazlaca talebinde bulundular. Cenab-ı Hak da talepleri üzerine arttırdı.

Sual: فَزَادَ deki ف mâkablinin mâba’dine sebep olduğunu ifade eder. Halbuki burada marazın vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir?

Cevap: Vaktâ ki onlar, marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar. Sanki ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Cenab-ı Hak da mü’minlerin zaferiyle onların ümitlerini yeise çevirmiştir. Ve müslümanların galebesiyle onların husumetlerini hased ve kine kalbetmiştir. Sonra da maruz kaldıkları o yeis; kinden doğan korku, zafiyet, zillet marazlarını kalplerine istila ettirmekle marazlarını ziyadeleştirdi.

Sual: Kur’an-ı Kerim’in bu cümlede “maraz” kelimesini mef’ul değil, temyiz şeklinde kullanması neye işarettir?

Cevap: Münafıkların bâtınî ve kalbî olan marazları, sanki zahire çıkmış ve bütün amellerine, fiillerine sirayet etmekle vücudları, tamamıyla maraz kesilmiş olduğunu ifade etmek için مرض kelimesi temyiz olarak kullanılmıştır. Evet مرض kelimesi mef’ul olduğu takdirde, bu manayı ifade edemez. Çünkü o vakit ziyade, yalnız maraza taalluk eder.

Altıncı cümleyi teşkil eden وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ in vech-i irtibatı:

Evet menfaati ifade eden ل dan anlaşılır ki münafıkların menfaati ya dünyada elîm bir azaptır veya âhirette şedit bir elemdir. Bunlar ise menfaat değildir. Öyle ise menfaatleri muhaldir.

Sual: اَلٖيمٌ “müteellim” manasınadır. Müteellim ise şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh azabın, “elîm”le vasıflandırılmasında ne hikmet vardır?

Cevap: Azap onların vücudlarını öyle kaplar ve cesetlerini öyle ihata eder ve bâtınlarına öyle nüfuz eder ki sanki vücudları bir azap külçesi kesilir. Azaptan maada bir şey görünmez. Hattâ o azap külçesinden fışkıran “ah!”lar, fîzarlar, teellümler sanki nefs-i azaptan neş’et ederler. Yani çağıran, bağıran, müteellim olan, ayn-ı azap olduğu sanır.

Yedinci cümleyi teşkil eden بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ nin vech-i irtibatı:

Evet münafıkların azapları, mezkûr cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Ve bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira

Kizb, küfrün esasıdır.

Kizb, nifakın birinci alâmetidir.

Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır.

Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır.

Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden kizbdir.

Âlem-i İslâm’ı zehirlendiren ancak kizbdir.

Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren kizbdir.

Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ü rüsvay eden kizbdir.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen kizbdir. Bu âyet, insanları bilhassa müslümanları dikkate davet eder.

Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?

Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Amma hakikate bakılırsa maslahat dedikleri şey, bâtıl bir özürdür. Zira usûl-ü şeriatta takarrur ettiği vecihle “Mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünkü miktarı bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar.” Maahâzâ bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse o şey, mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur.

Evet âlemde görünen şu kadar inkılablar, karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.

Fakat kinaye veya ta’riz suretiyle yani gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.

Hülâsa: Yol ikidir.

Ya sükûttur. Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır.

Veya sıdktır. Çünkü

İslâmiyet’in esası sıdktır.

İmanın hâssası sıdktır.

Bütün kemalâta îsal edici sıdktır.

Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır.

Terakkiyatın mihveri sıdktır.

Âlem-i İslâm’ın nizamı sıdktır.

Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta îsal eden sıdktır.

Ashab-ı Kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır.

Muhammed-i Hâşimî’yi (aleyhisselâm) meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır.

***

Bakara Suresi 8. âyet

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ

Bu âyetin mâkabliyle vech-i nazmı:

Nasıl ki bir hükümde iki müfredin iştiraki veya bir maksatta iki cümlenin ittihadı, atfı icab ettirir. Kezalik bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları, belâgatın iktizasındandır. Binaenaleyh on iki âyetin hülâsasını tazammun eden münafıkların kıssası, kâfirler hakkında geçen iki âyetin mealine atfedilmiştir.

Evet vaktâ ki en evvel Kur’an’ın senasıyla başlandı. Sonra mü’minlerin medhine intikal edildi. Sonra kâfirlerin zemmine incirar etti. İnsanların kısımlarını ikmal etmek için münafıkların kıssası da zikredildi.

Sual: Kâfirlerin zemmi hakkında yalnız iki âyetle iktifa edilmiştir. On iki âyetin hülâsasıyla, münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?

Cevap: Münafıklar hakkında itnabı, tatvili icab ettiren birkaç nükte vardır:

1 – Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habîs olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dâhilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü dâhilî düşman; kuvveti dağıtıyor, cesareti azaltıyor. Haricî düşman ise bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salabeti artırır.

Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâm’ı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, fazlaca onlara teşniat ve takbihatta bulunmuştur.

2 – Münafığın mü’minler ile ihtilatı dolayısıyla yavaş yavaş ünsiyet kesbeder, iman ile ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis halinden nefret eder. En-nihaye lisanından kelime-i tevhid kalbine damlamaya zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.

3 – İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlâk münafıkta var; kâfirde o derece yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.

4 – Ale’l-ekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için şeytanî bir zekâ sahibleri olup daha hilekâr, desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab yani tatvil-i kelâm, ayn-ı belâgattır.

Bu âyetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim:

مِنَ النَّاسِ Câr ve mecruru, münafıkları tabir eden مَنْ kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual vârid olur ki:

Münafıkların nâstan oldukları bedihîdir. Bu hüküm malûmu i’lam etmekten ibaret kalır?

Cevap: Malûmdur ki bir hüküm, bedihî olduğu zaman o hükmün lâzımı kasdedilir. Burada kasdedilen, o hükmün lâzımı olan taaccübdür. Sanki Kur’an-ı Azîmüşşan, zımnen “Münafıkların nâstan oldukları acib bir şeydir.” diye halkı taaccüb etmeye davet etmiştir. Zira insan mükerremdir. Mükerrem olan insan, nifaka tenezzül etmez.

Sual: Mademki مِنَ النَّاسِ haberdir. Ne için مَنْ üzerine takaddüm etmiştir?

Cevap: Mademki o hükümden taaccüb kasdedilmiştir, taaccüb-ü inşaînin şe’ni, kelâmın evvelinde bulunmaktır.

Sonra نَاس ın tabirinden birkaç letaif çıkıyor:

1- Kur’an; münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumî bir sıfatla onlara işaret ettiği, Resul-i Ekrem’in (asm) siyasetine daha münasiptir. Zira şahıslarının tayini ile kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, mü’minler nefsin desisesiyle vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfa, havf riyaya, riya nifaka incirar eder.

Ve keza eğer Kur’an onları tayin ile takbih etseydi “Resul-i Ekrem (asm) mütereddiddir, etbaına emniyeti yoktur.” denilecekti.

Ve keza bazan kötülük ifşa edilmese tedricen zâil olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, sahibinin hiddetini tahrik eder. Daha fazlasını yapmaya bâis olur.

Ve keza نَاس gibi umumî bir sıfatın, nifaka münafî olması hususi sıfatların daha ziyade münafî olmasına delâlet eder. Zira insan mükerremdir. Bu gibi rezaletin şanında değildir.

Sonra اٰمَنَّا ve keza nâs tabiri: Nifakın bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp insanın nevinde bulunur, hangi taife olursa olsun.

Ve keza نَاس ın tabiri, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlâl eden bir rezalet olduğundan, enzar-ı âmmeyi nifakın aleyhine çevirtmekle izale ve adem-i intişarına çalışmaları lüzumuna işarettir.

Sual: يَقُولُ ile اٰمَنَّا nın mercileri bir iken birisinin müfred, diğeri cem sîgasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?

Cevap: Zarif bir letafete işarettir ki imanın mevsufu cem ise de telaffuz edeni müfreddir.

يَقُولُ اٰمَنَّا cümlesi onların iman davalarını hikâyedir. Bu cümlede davalarının reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, davalarının takviyesine de iki vecihle îma edilmiştir. Şöyle ki:

يَقُولُ kelimesi, madde cihetiyle onların iman davasının an-itikad olmayıp, ancak sözden ibaret bir kavl olduğuna işarettir. Kezalik muzari sîgasıyla onların ale’d-devam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdanî bir sebep değildir ancak halka karşı bir riyakârlık olduğuna işarettir.

Davalarının takviyesine yapılan işaretler ise:

اٰمَنَّا fiil-i mazinin heyetinden “Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri mü’miniz. Şimdi imandan geri kalmamıza imkân yoktur.” gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, cem’e râci olan نَا zamirinden de “Bizler bir fert gibi değiliz. Ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz.” gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.

بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ Kur’an-ı Kerim, hikâye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya mealinin ahziyle veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar.

Birinci ihtimale göre, onların erkân-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü ihtiyar ettikleri; rükünlerin en mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda onlardan en ziyade kabule şâyan, zu’mlarınca bu iki rükündür.

İkinci ihtimale nazaran, Cenab-ı Hakk’ın imanın rükünleri içinde, kutub sayılan bu iki rüknü tahsis etmesi; onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir. ب nin tekrarı her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü Allah’a iman, Allah’ın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i âhire iman ise o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.

وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ

Sual: اٰمَنَّا ya müşabih olan وَمَا اٰمَنُوا ye tercihen وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet vardır?

Cevap: 1- Her iki اٰمَنَّا arasında görünen zahirî tenakuzdan içtinab etmek içindir.

2- اٰمَنَّا ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip edilemediğinden وَمَا اٰمَنُوا denilmemiştir.

3- اٰمَنَّا cümlesinden zımnen istifade edilen نَحْنُ مُؤْمِنُونَ cümlesine nefiy ve tekzibi ircâ için وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ denilmiştir.

4- Onların adem-i imanlarının devamına delâlet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir.

Sual: Nefyi ifade eden مَا cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye delâlet etmediğinde hikmet nedir?

Cevap: Nefiy, kesif bir harfin medlûlüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir manadır. Binaenaleyh kesif kesife, yani nefiy imana daha karibdir.

Sual: وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ deki haber üzerine harf-i cer olan ب nin duhûlü neye işarettir?

Cevap: Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve lâyık insanlar olup mü’minîn sınıfından addedilmediklerine delâlet için مَا nın haberi üzerine ب dâhil olmuştur.

***

Bakara Suresi 7. âyet

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

Mukaddime

Bu âyetin üzerinde durmak icab ediyor. Ehl-i İtizal, Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi ehl-i kelâmın şu âyet-i azîmenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira bu gibi fikrî harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh onların bu âyette takip ettikleri cihetleri kontrol lâzımdır.

Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için bazı münasebetlerin zikri lâzımdır:

Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allah’ındır. Öyle ise Ehl-i İtizal’in abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir.

İkincisi: Allah hakîmdir, öyle ise sevap ve ikab abes değildir ancak istihkaka göredir. Öyle ise ıztırar ve cebir yoktur.

Üçüncüsü: Her şeyin biri mülk diğeri melekût, yani biri dış diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır.

Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü gibi.

Melekût ciheti ise her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Âyinenin dış yüzü gibi. Öyle ise çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh bu hususta Ehl-i İtizal’in “Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir.” dedikleri safsataya mahal kalmadı.

Dördüncüsü: Mesela, darb ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi “hasıl-ı bi’l-masdar” ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malûmdur ki camidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kesbî, nisbî, itibarî olan mana-yı masdarîden yapılabilir. Öyle ise ölümün hâlıkı kātil değildir. Öyle ise Ehl-i İtizal’in hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.

Beşincisi: İnsanın katl gibi zahirî ve ihtiyarî olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-i ihtiyarî denilen şu nefis meyelanı üzerine münazaalar deveran eder.

Altıncısı: Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye abdin irade-i cüz’iyesine bakar. Yani bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur.

Yedincisi: İlim, malûma tabidir. Bu kaziyeye göre malûm, ilme tabi değildir çünkü devir lâzım gelir. Öyle ise bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle, taallül ve bahaneler gösteremez.

Sekizincisi: Ölüm gibi hasıl-ı bi’l-masdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani âdetullah üzerine o, hasıl-ı bi’l-masdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla meseledeki düğüm de açılır.

Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakk’ın ef’alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarıdır.

Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lâzımdır ki tereccuh bilâ-müreccih lâzım gelmesin. Amma itibarî emirlerde tahsis edici bir şey bulunmasa bile muhal lâzım gelmez.

On Birincisi: Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.

On İkincisi: Bir şeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lâzım gelmez. Ve bir şeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lâzım gelmez. Binaenaleyh cüz-i ihtiyarînin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münafî değildir.

Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam manasıyla anladıktan sonra şu maruzatımı da dinleyiniz:

Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İtizal’e karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hasıl-ı bi’l-masdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.

Sonra Ehl-i Cebr’e döner, söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakîmdir; cebir gibi, zulümleri intac eden şeylerden münezzehtir.

Sual: Cüz-i ihtiyarî denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa altından cebir çıkıyor. Bu nasıl bir şeydir?

Cevap: Birincisi: Fıtrat ile vicdan; ihtiyarî emirleri, ıztırarî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.

İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı Eş’arîlerin mezhebi gibi mevcud bir emir ise de o meyelanı bir fiilden diğer bir fiile çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir. Eğer Matüridîlerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibarî olduğuna hükmedilirse o emr-i itibarînin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz.

Hülâsa: Âdetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bi’l-masdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki bir müessire ihtiyacı olsun. Ma’dum da değildir ki hasıl-ı bi’l-masdar gibi mevcud olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.

Sual: İlm-i ezelînin veya irade-i ezeliyenin bir fiile taallukları, ihtiyara mahal bırakmıyor?

Cevap: Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et eden bir fiile ilm-i ezelînin taalluku, o ihtiyara münafî ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tabidir.

İkincisi: İlm-i ezelî muhit olduğu için müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezelî, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki esbabdan tegafül ile yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin.

Üçüncüsü: Malûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa ilim öylece taalluk eder. Öyle ise malûmun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez.

Dördüncüsü: Zannedildiği gibi irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak müsebbeble sebebe bir taalluku vardır.

Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim:

Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse sebebin ma’dum olduğunu farz edersek müsebbebin keyfiyeti nasıl olur?

Ehl-i Cebr’in nokta-i nazarları: “Ölecekti.” Çünkü onlarca taalluk ikidir ve sebeple müsebbeb arasında inkıta caizdir.

Ehl-i İtizalce: “Ölmeyecekti.” Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatçe: Bu misalde sükût ve tevakkuf lâzımdır. Çünkü irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taalluku vardır. Bu itibarla sebebin ademi farz edilirse müsebbebin de farz-ı ademi lâzım gelir. Çünkü taalluk birdir. Cebir ve İtizal, ifrat ve tefrittir.

İkinci Bir Mukaddime

Ehl-i tabiat, esbaba hakiki bir tesir veriyor.

Mecusiler; biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlıka itikad ediyorlar.

Ehl-i İtizal de “Ef’al-i ihtiyariyenin hâlıkı abddir.” diyor.

Bu üç mezhebin esası; bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve huduttan tecavüzdür. Bu vehmi izale için birkaç meseleyi dinlemek lâzımdır.

Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î olduğu için teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi himmeti de cüz’îdir. Nöbetle, eşya ile meşgul olabilir.

İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise himmeti nisbetindedir. Himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.

Üçüncüsü: İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse onun ile bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki insanlar, hasis ve cüz’î şeyleri büyük adamlara isnad etmezler. Ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki hasis işler ile iştigal, onların vakarına münasip olmadığı gibi cüz’î şeyler de onların azîm himmetlerini işgal etmeye lâyık değildir.

Dördüncüsü: İnsan bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hattâ hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk’ı düşünecek olursa kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk’a bu gibi mikyaslar ile bakılamaz. Zira sıfâtı inhisar altında değildir.

Beşincisi: Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup hiçbir şeyle muvazene edilemez. Arş-ı a’zama taalluk ettikleri gibi zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak şems ve kameri halk ettiği gibi sineğin gözünü de o halk etmiştir.

Cenab-ı Hak kâinatta vaz’ettiği yüksek nizam gibi hurdebînî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latîf bir nizam vaz’etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden cazibe-i umumî kanunu gibi cevahir-i ferdi de yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir.

Hülâsa: Aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni olan kudretçe, büyük küçük birdir.

Altıncısı: Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. Bu yüz ise ale’l-umum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır.

Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk’ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir. Ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u âsârından ve bütün ef’alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet, zerre mir’at olur fakat mikyas olamaz.

Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar.

Mesela ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile tesir-i hakikiyi esbaba; Ehl-i İtizal, halk-ı ef’ali abde; Mecusiler, şerri ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zu’mlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.

İhtar: Mü’minlerden de vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır, dikkat etmek lâzımdır.

Bu âyetin kelimeleri arasında nazmı icab eden münasebetlere gelelim:

خَتَمَ nin لَا يُؤْمِنُونَ ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabîlindendir. Yani onlar, vaktâ ki cüz-i ihtiyarîlerini ifsad etmekle imana gelmediler, kalplerinin hatmiyle tecziye edildiler.

خَتَمَ tabiri, onların dalaletlerini tasvir eden temsilî bir üsluba işarettir. Şöyle ki:

Kalp gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vaktâ ki sû-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki o sâri hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.

اَللّٰهُ : Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latîf bir nükte vardır. Şöyle ki:

لَا يُؤْمِنُونَ den sonra بِاللّٰهِ mukadder ve menvî (maksud) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalplerinin kapılarına geldiği zaman kalplerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalplerini hatmetti.

عَلٰى : خَتَمَ fiili müteaddî olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin “alâmet” manasını ifade eden “vesm”i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatm, o mühür, kalplerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki daima melaikeye görünür.

Sual: Bu âyette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?

Cevap: Kalp imanın mahalli olduğu gibi en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilan eden, kalp ile vicdandır. Zira kalp, hayat malzemesini düşünürken en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.

İhtar: Kalpten maksat, sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latîfe-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalp tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki o latîfe-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.

Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir. Sekteye uğradığı zaman ceset de sukuta uğrar. Kezalik o latîfe-i Rabbaniye, âmâl ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.

وَعَلٰى سَمْعِهِمْ de عَلٰى nın tekrarı, kalp ile sem’e vurulan hâtemlerin her birisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir. Evet kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.

Sual: Kalp ile basarın cem’ sîgasıyla, sem’in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?

Cevap: Kalp ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise kalp ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, fert olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür.

Sual: Kalpten sonra tercihen sem’in zikredilmesi neye binaendir?

Cevap: Melekât ve malûmat-ı kalbiye, ale’l-ekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malûmat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.

وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ de, üslubun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihen cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına; kalp veya sem’ ile alınan deliller ise müteceddid ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir.

Sual: خَتَمَ ile غِشَاوَةٌ arasında ne fark vardır ki خَتَمَ اللّٰهُ isnad edilmiştir غِشَاوَةٌ isnadsız bırakılmıştır?

Cevap: خَتَمَ Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. غِشَاوَةٌ ise Allah tarafından olmayıp onların meksûbudur.

Ve keza mebde itibarıyla rü’yette bir ıztırar vardır; sema’da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur.

غِشَاوَةٌ tabiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden غِشَاوَةٌ deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir perde olup ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Câr ve mecrurun غِشَاوَةٌ üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalplerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir.

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ : Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile o mel’un şecerenin âhirette vereceği semeresi zakkum-u cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.

Sual: Üslubun mecra-yı tabiîsi وَعَلَيْهِمْ عِقَابٌ شَدٖيدٌ cümlesi iken üslubun muktezası olan şu cümlenin terkiyle وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir?

Cevap: Şu güzel kelimeleri hâvi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza) bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır.

Menfaat ve faydayı ifade eden وَلَهُمْ deki ل lisan-ı hal ile “Amelinizin faydalı olan ücretini alınız!” diye yüzlerine gülüyor.

“Tatlı” manasını tazammun eden عَذَابٌ lafzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile sanki lisan-ı hal ile “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye tevbih ediyor.

Ale’l-ekser büyük nimetlere sıfat olan عَظٖيمٌ kelimesi, cennette nimet-i azîm sahiplerinin hallerini o kâfirlere tezkir ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azîmeye bedel elîm elemlere düştüklerini ihtar ediyor.

Sonra عَظٖيمٌ kelimesi, tazimi ifade eden عَذَابٌ deki tenvine tekiddir.

Sual: Bir kâfirin masiyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi hikmet-i ezeliyeye de muvafık değildir. Merhamet-i İlahiye müsaade etmez?

Cevap: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o masiyet-i küfriyenin gayr-ı mütenahî bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:

Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa o gayr-ı mütenahî ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahî bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir.

İkincisi: O kâfirin masiyeti, mütenahî bir zamanda ise de gayr-ı mütenahî olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahî bir cinayettir.

Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî nimetlere küfran olduğundan gayr-ı mütenahî bir cinayettir.

Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî olan zat ve sıfât-ı İlahiyeye cinayettir.

Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahî ise de bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla gayr-ı mütenahî hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider.

Altıncısı: Zıt zıddına muanid ise de çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intac etmesi şe’nindendir.

Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahî olan bir ceza, gayr-ı mütenahî bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.

Sual: Kâfirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intac eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun?

Cevap: Kavaid-i esasiyedendir ki “Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terk edilmez. Terk edildiği takdirde, şerr-i kesîr olur.” Binaenaleyh hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikin tezahürü ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için terhib ve tahvif lâzımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise haricî bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible müteessir olur. Öyle ise dünyada olduğu gibi âhirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif ayn-ı hikmettir.

Sual: Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?

Cevap: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev cehennemde olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev cehennemde olsa hayr-ı mahzdır. Maahâzâ kâfirin meskeni cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.

Maahâzâ cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet, dünyada çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır.

***

Bakara Suresi 6. âyet

اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i nazmı:

Arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır.

Celal ile Cemal’in sıfât-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder.

Ef’al âlemine tecelli edince tahliye (تَحْلِيَه ) ile tahliye (تَخْلِيَه ) (tezyin ile tenzih) doğar.

Âsâr ve a’mal âleminden âlem-i âhirete intıba edince lütuf, cennet ve nur olarak; kahr da cehennem ve nâr olarak tecelli eder.

Sonra âlem-i zikre in’ikas edince biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.

Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur.

Sonra âlem-i irşada intikal edince irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder.

Sonra vicdana tecelli edince reca ve havf husule gelir.

Sonra irşadın iktizasındandır ki havf ile reca arasındaki muvazene devamla muhafaza edilsin ki reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın rahmetinden meyus ne de azabından emin olunsun.

İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı Kur’an-ı Kerîm, ale’d-devam tergibden sonra terhib ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir.

Sual: Bu cümle ile اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ ۞ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki orada atıf var, burada yoktur?

Cevap: Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen garaz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur’an’ın medhine incirar eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kâfirlerin zemmidir. Bu ise Kur’an’ın medhiyle alâkadar değildir.

Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında tezahür eden letaif cihetine bakalım:

اِنَّ ile اَلَّذٖينَ mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden maada, belâgatça kıymetli sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki Kur’an, pek çok yerlerinde اِنَّ ile اَلَّذٖينَ yi mükerreren zikretmiştir.

Tahkiki ifade eden اِنَّ deki nükte şöyle tasvir edilebilir ki:

اِنَّ herhangi bir cümlede bulunursa o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o davayı veya hükmü aşağıya indirir, hakikate yapıştırmakla o hükmün hayalî veya zannî veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i sabiteden olduğunu ispat eder.

Bu cümlede اِنَّ nin hususi nüktesi: Bu âyetin muhatabı olan Hazret-i Muhammed’de (asm) şek ve inkâr bulunmadığı halde şek ve inkârı ref’etmek şe’ninde olan اِنَّ ile karşılanması, onların iman etmesi için Peygamber’in (asm) şiddet-i hırsına işarettir.

اَلَّذٖينَ kelimesi ise göze görünmezden evvel akla görünen garib ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki hakikatleri tebdil ve tecdid eden inkılabları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan اَلَّذٖينَ ve emsalidir.

Kur’an’ın tecellisiyle çok nevler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni nevler, hakikatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı cahiliyete bak! O zamanda bütün nevler millî rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi içtimaî hakikatler de taassub-u kavmî üzerine bina edilmişti. Kur’an’ın tecellisiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dinî rabıtalar üzerine yeni nevler ve hakikatler ihdas edildi.

Evet, Şems-i Kur’an’ın tulûu ile bazı kalpler onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nevini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalpler de yanıp kömür oldular. Ve o kâfirlerin nevini ilan eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule geldi. İşte bu hakikat-i küfriyeye işaret için اَلَّذٖينَ zikredilmiştir.

Maahâzâ her iki اَلَّذٖينَ arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü her birisi birbirine zıt olan bir hakikate işarettir.

Ve keza harf-i tarif olan اَلْ in ifade ettiği beş manayı اَلَّذٖينَ de ifade ediyor. O manaların en meşhuru, “ahd”dir. Yani gerek اَلْ den gerek اَلَّذٖينَ den ma’hud ve malûm bir şey kasdedilir. Binaenaleyh Ebucehil, Ebu Leheb, Ümeyye İbn-i Halef vesaire gibi ma’hud ve meşhur büyük kâfirlere اَلَّذٖينَ ile işaret edilmiş olduğu ihtimali pek kavîdir. Bu ihtimale binaen şu âyet, gaybdan ihbar eden âyetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı zamanda i’caz-ı manevînin dört nevinden bir nev’i, şu gaybî ihbarlardan tezahür eder.

Sual: Kur’an zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı, birbirine muhaliftir?

Cevap: Azizim! Kur’an’ın her bir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir:

Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.

İkincisi: Allahça murad olan mana haktır.

Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur.

Eğer Kur’an’ın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’an’ın başka bir yerinde beyan edilmiş ise birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür.

Şayet Kur’an’ın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zahir olursa üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi inkârı da küfür değildir. İşte müfessirlerin ihtilafları ancak ve ancak şu kısma aittir.

İhtar: Mütevatir hadîsler de bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünkü هٰذَا ile işaret edilen hadîsin, hakikaten hadîs olup olmadığında tereddüt yeri vardır.

Sual: Küfür, cehildir. Halbuki kâfirler, Hazret-i Muhammed’i (asm) evlatları kadar tanıyorlardı?

Cevap: Küfür, iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir. Birincisi, bilir lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var lâkin vicdanî iz’anı yoktur.

Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

Cevap: Yoktur. Çünkü sanat-ı fıtriyesi iktizasınca kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.

Sual: Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalpte o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

Cevap: Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûya mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden bu gibi emarelere göre hükmedilir.

Sual: İnzar yapılmadıkça teklif nasıl yapılır?

Cevap: İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa adem-i tecziyelerine bir hüccet olur. Zira “Biz ne yapalım? Ne tebligat yapıldı ve ne tekâliften haberimiz var.” diye mücazattan kurtuluşlarına bir medar olur.

Sual: Cenab-ı Hakk’ın onların küfür ve temerrüdlerinden yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtina derecesine çıkarıyor. Mümteni ve muhal bir şey teklif edilir mi?

Cevap: Cenab-ı Hakk’ın ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat’-ı nazarla yalnız küfürlerine taalluk etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taalluk eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez ki teklif-i bilmuhal olsun. Bu bahsin tafsilatı gelecektir.

Sual: İman etmeyeceklerini ifade eden لَا يُؤْمِنُونَ ve emsali âyetlere, onları iman etmeye davet etmekten; adem-i imana iman çıkıyor. Bu ise muhal-i aklîdir?

Cevap: Onlara teklif edilen iman, icmalîdir; tafsilî değildir. Her bir âyete, her bir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lâzım gelsin.

Sonra küfürlerini sîga-i mazi ile zikretmek, hakkın izhar ve ispatından sonra onların küfrü kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki onlara karşı inzarın adem-i inzar gibi faydasız kaldığına سَوَٓاءٌ kelimesiyle işaret yapılmıştır.

Sonra fevkaniyeti ifade eden عَلَيْهِمْ deki عَلٰى onların yüzleri yere yapışmış gibi başlarını kaldırıp âmirlerinin sözünü dinleyemediklerine işarettir.

Ve keza manaya bir zarar ve bir halel îras etmeyen ve terkine tercih edilen عَلَيْهِمْ in zikri, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nazaran inzarın adem-i inzar gibi olmadığına işarettir. Zira inzarda ecr ü sevap vardır.

ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ cümlesindeki hemze ile اَمْ müsavatı ifade ettiğinden سَوَٓاءٌ kelimesine tekiddir. Yahut سَوَٓاءٌ kelimesinden müsavatın bir manası, hemze ile اَمْ den ikinci manası irade edilir. Çünkü müsavatın medarı ya adem-i faydadır veya mûcibin adem-i vücududur.

Sual: İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mana vardır?

Cevap: Yapmış olduğu fiilinde bir faydası olmayan muhatabın fiilinin faydasız olduğuna latîf ve mukniane bir vecihle ikaz edilmesi ancak istifham ile olur ki muhatap fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain olsun.

Sual: سَوَٓاءٌ kelimesi inzar ve adem-i inzardan mecaz ise aralarındaki alâka nedir?

Cevap: İstifhamın müsavatı tazammun etmesidir. Zira istifham eden adamın bilgisine göre, vücud ile adem mütesavidir. Maahâzâ bu gibi istifhamlara verilen cevaplar, ale’l-ekser şu müsavat-ı zımniye ile verilir.

Sual: Mazi sîgasıyla inzardan yapılan tabir neye işarettir?

Cevap: İkinci ve üçüncü inzarlara lüzum kalmadığına işarettir. Yani “Yaptığın inzar fayda vermedi, bundan sonra da faydasız kalır.”

Sual: İnzar etmemekte faydanın bulunmaması zahirdir. اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ kaydında ne fayda vardır?

Cevap: Sükût etmek, bazen muhatabın insafa gelip matlub işe muvafakatına sebep olur.

Sual: Kur’an-ı Kerîm, başka makamlarda terhibden sonra tergib de yaptığı halde, burada tergibi terk etmiştir. Esbabı nedir?

Cevap: Küfür makamına ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def’etmek, cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evlâ ve daha tesirlidir. Maahâzâ buradaki terhib, tergibi de andırıyor. Çünkü inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder.

Azizim! Her bir hükmün başka şeylere hizmet eden çok manaları olduğu ve her bir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelâmın da Hazret-i Muhammed’e (asm) işaret eden manaları olduğu gibi; küfrü takbih etmek maksadıyla, büyük bir ölçüde tenkiratta bulunmuştur. Ezcümle:

Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine medar olmak için mana-yı harfî kabîlinden bazen îmalarda bulunmuş ve eski resullerin hallerini nazara alarak, onlara iktida ile teselli yollarını göstermiş ise de bu bir kanun-u fıtrîdir, tahammül ve inkıyad lâzımdır diye lisan-ı hal ile ilan etmiştir.

Bu âyet وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesine kadar bütün eczasıyla, küfrü takbih ve tenfir ile nehyeder. Ve ehl-i küfrü tehdit ve tahvif ile küfürden terhib eder. Ve keza bütün kelimatıyla, küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok elemi var, nimeti yok nıkmeti var diye ilan eder. Ve keza bütün cümleleriyle, küfrün her şeyden zararlı olduğunu tasrih eder. Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından لَمْ يُؤْمِنُوا ya bedel كَفَرُوا tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza لَا يَتْرُكُونَ الْكُفْرَ kelimesine bedel لَا يُؤْمِنُونَ tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi pırlanta gibi cevher-i imanîyi de kaybettiklerine işarettir.

Ve keza خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ cümlesiyle kalp ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakaik-i İlahiyenin tecellisine mazhar olmakla menba-ı kemalât, hayattar ve ziyadar oldukları halde, küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız, haşerat-ı muzırra yuvasına inkılab ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki o korkunç yuvadaki akreplerden veya yılanlardan içtinab edilmesine işaret edilmiştir.

Ve keza وَعَلٰى سَمْعِهِمْ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş vesaire gibi her neviden Rabbanî kelâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba ettirmekle kalpleri, ruhları nurani âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder.

Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalpte, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

Bu sırra binaendir ki şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.

وَعَلٰى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ : Bu cümle ile rü’yete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfür ile kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün göz bebeği de bal arısı gibi bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapacaktır.

Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar.

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesiyle küfür şeceresinin âhirete ait zakkum gibi semeresine işaret edilmiştir.

لَا يُؤْمِنُونَ kelimesi ise inzar ile adem-i inzar arasındaki müsavata nassederek سَوَٓاءٌ kelimesine tekiddir.

***

Bakara Suresi 4-5. âyetler

وَالَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Kur’an-ı Kerîm, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiplerin, kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelâmı mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’cazı intac eden îcaza menşe olarak latîf bir sırdır. Şöyle ki:

Belâgat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur’an’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tamim için hazf yapıyor; çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.

Bu âyeti mâkabliyle nazım ve rabteden münasebet: Kur’an-ı Kerîm, evvelki âyetle tamim yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet bu âyet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilan ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah İbn-i Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah İbn-i Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.

Ve keza Kur’an-ı Kerîm’in bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün milletlere şâmil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki اَلَّذٖينَ ile مُتَّقٖينَ nin her iki kısmına tansis edilmiştir.

Ve keza يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melaikeye zımnen delâlet eder.

Kur’an-ı Azîmüşşan burada وَالْمُؤْمِنُونَ بِالْقُرْاٰنِ gibi îcazlı ifadeleri terk edip وَالَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ ile itnabı ihtiyar etmiştir. Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letaifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir:

1- Esma-i mevsule ve mübhemeden bulunan اَلَّذٖينَ burada hükmün medarı ve maksadın esası iman sıfatı olduğuna ve mevsufu ile sair sıfatları iman sıfatına tabi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.

2- Yalnız zamanların birinde sübutu ifade eden مُؤْمِنُونَ kelimesine bedel fiil sîgasıyla يُؤْمِنُونَ tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd ettiğine işarettir.

3- İbhamı ifade eden مَا iman-ı icmalînin kâfi geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur’an gibi zahirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir.

4- اُنْزِلَ maddesi itibarıyla Kur’an’a iman, Kur’an’ın Allah’tan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik Allah’a iman; Allah’ın vücuduna iman, âhirete iman, âhiretin gelmesine iman demektir.

5- اُنْزِلَ maziye delâlet eden heyeti itibarıyla, henüz nâzil olmayanın nüzulü, nâzil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahâzâ يُؤْمِنُونَ deki istikbal اُنْزِلَ nin maziliğinden neş’et eden noksanı telafi eder. Yani henüz nâzil olmayan kısım اُنْزِلَ nin şümulü dâhilinde değilse de يُؤْمِنُونَ nin şümulü altındadır.

Bu tenzil meselesi, Kur’an’ın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazen mazi, istikbale misafir gider. Bazen de muzari, mazinin memleketine gelir. Bunda çok latîf bir belâgat vardır. Şöyle ki:

Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş bir şeyi maziye delâlet eden bir sîga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır; anlar ki muhatap yalnız o değildir. Belki arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları, İlahî hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.

عَلَيْكَ ye bedel اِلَيْكَ nin zikri: Resul-i Ekrem’in (asm) teklif edilen risalet vazifesini cüz-i ihtiyarîsiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cibril tarafından görüldüğünden, Resul-i Ekrem’in (asm) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü عَلٰى da ihtiyar olmadığı gibi vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delâlet eder.

اِلَيْكَ deki zamirin ism-i zahire tercih sebebi, Kur’an ve Kur’an’a ait hususat hususunda Hazret-i Muhammed (asm) yalnız muhatap olup kelâm, Allah’ın kelâmı olduğuna işarettir.

Bu kelâmın îcaz derecesi, şu zikredilen letaiften anlaşıldı.

وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ :

Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sâmi’leri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor. Bu cümlenin mâkabliyle nazmına dair “dört letaif” vardır.

1- Bu cümlenin mâkabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:

“Ey insanlar! Kur’an’a iman ettiğiniz gibi kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’an, onların sıdkına delil ve şahittir.”

2- Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki:

“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi Hazret-i Muhammed (asm) ile Kur’an’a da iman ediniz! Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (asm) gelmesini tebşir ettikleri gibi onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (asm) bulunmuştur. Öyle ise Kur’an Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (asm) de resulü olduğunu tarîk-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”

3- Zaman-ı saadette, Kur’an’dan neş’et eden İslâmiyet sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı saadette sabit olmakla damarları, o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak, her tarafa intişar ettikleri gibi dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor.

Evet İslâmiyet, mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.

4- Kur’an-ı Kerîm, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle onlara bir ünsiyet, bir suhulet gösteriyor. Şöyle ki:

“Ey ehl-i kitap! İslâmiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz.” diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem’etmiş olduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yani ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur.

Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç, bir şahsa deva iken şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki Kur’an fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani “Vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi.” diye hükmetmiştir.

مِنْ قَبْلِكَ : Kur’an’da hiçbir kelime bulunmuyor ki mevkiiyle münasebettar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’an’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrîn gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur.

Ezcümle: مِنْ قَبْلِكَ kelimesine bak. Bu âyetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu âyet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letaiften in’ikas etmiştir. Bu beş letaif مِنْ قَبْلِكَ nin sadefindedir. Maksatlar ise:

1- Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, resuldür.

2- Ekmelü’r-Rusüldür.

3- Hâtemü’l-enbiya’dır.

4- Risaleti, âmmedir.

5- Şeriatı, sair şeriatların mehasinini cem’ ile onların nâsihidir.

Birinci maksadın مِنْ قَبْلِكَ den vech-i in’ikası: Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat مِنْ قَبْلِكَ kelimesinden îmaen fehmolunur. Binaenaleyh Hazret-i Muhammed’in (asm) مِنْ قَبْلِكَ deki zamire merci olması, o cemaatten ma’dud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine ve kitaplarının sıdkına olan bütün deliller, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine ve Kur’an’ın Allah’tan nâzil olduğuna bir hüccet-i kātıa olduğu gibi onların mu’cizeleri de Hazret-i Muhammed’in (asm) davasına bir mu’cize hükmüne geçer.

İkinci maksadın vech-i in’ikası: Üç kaideden tezahür eder.

1- Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.

2- Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.

3- Ale’l-ekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir.

İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed’in (asm) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder.

Üçüncü maksadın vech-i in’ikası: Meşhur bir kaidedir ki bir vâhid çoğalsa teselsül eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesîr olanlar ittihat etse kuvvetlenir, istikrar peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Hâtemü’l-enbiya’dır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki ondan sonra peygamber gelmez. Hâtemiyetine hâtem ve imza basar.

Dördüncü maksadın vech-i in’ikası: مِنْ قَبْلِكَ kelimesinin ifade ettiği gibi Hazret-i Muhammed (asm) onların halefidir. Ve onlar, tamamen o hazretin selefleridir. Binaenaleyh halefin selefe ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim olması, o hazretin bütün seleflerine nâib ve bütün ümmetlerine resul olduğunu iktiza eder.

Evet bu kaide, hikmete uygun fıtrî bir kaidedir. Zira zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vaktâ ki âlem-i insaniyet “zaman-ı saadet”in şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ küre-i arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.

Beşinci maksadın vech-i in’ikası: مِنْ قَبْلِكَ deki مِنْ iptida manasını ifade eder. İptida ise bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delâlet eder. Öyle ise o hazret, Hâtemü’l-enbiya’dır ve âlem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.

مِنْ قَبْلِكَ kelimesinin bu beş letaife ma’kes ve mazhar olmasına nazar-ı belâgatça delâlet eden emare şudur ki: Bu beş maksat, bir nehir gibi şu âyetlerin altında cereyan etmekle, âyetten âyete intikal neticesindeمِنْ قَبْلِكَ havuzunda içtima etmiştir. Evet, kelimenin sathında görünen bir tereşşuh, bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delâlet ve îma eder. Maahâzâ bu maksatların beyanına ayrı ayrı âyetler tahsis edilmiştir.

وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ : Bu âyet, haşir meselesine işarettir. Haşrin ispatı hakkında feyz-i Kur’an’dan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilatıyla zikrettiğim on bürhanın hülâsasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır.

Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hüküm-fermadır.

Âlemde abes yok.

Fıtratta israf yok.

Bu şahitleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şahid-i âdildir.

Ve keza yevm ve sene vesaire gibi her nevide, nev’î bir kıyamet-i mükerrere vardır.

Ve keza beşerdeki istidat, kıyamete bir remizdir.

Ve keza beşerin gayr-ı mütenahî meyil ve emelleri, kıyameti ister.

Ve keza Sâni’-i Hakîm’in rahmet hazinesinin mahall-i sarfı ancak kıyamet ve haşirdir.

Ve keza sıdk ve emanetle maruf Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, sarahaten ilan ediyor.

Ve keza Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ۞ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبٖيدِ âyetleriyle ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyetle ispat ediyor.

İşte tam on’a bâliğ olan şahitler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup o cennetin kapılarını açarlar.

Birinci Bürhan: Evet kâinat, saadet-i ebediyeyi intac etmese akılları hayrette bırakan, kâinatta görünen en bâriz en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alâkalar, rabıtalar ve nisbetler hep heba olur. Öyle ise o nizamın nizam olması ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intac etmekle olur. Yani o nizamdaki maneviyat ve nükteler ancak âlem-i âhirette sümbüllenecektir. Yoksa bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nisbetler darmadağınık olur, nizam da berheva olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berheva edilmeyeceğini ilan ediyor.

İkinci Bürhan: Her bir nevide, her bir fertte hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tamme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünkü aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faydaları inkâr etmemiz lâzım gelir. Çünkü o faydaların, o hikmetlerin, o maslahatların her birisi zıddına inkılab ederler. Bu hal ise safsatadır.

Üçüncü Bürhan: İkinci Bürhan’ı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi Sâni’-i Hakîm her şeyde en kısa yolu en yakın ciheti en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kâinatta abesiyetin bulunmadığına delâlet eder. Bu ise ciddiyete delâlet eder. Ciddiyet ise saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur, yoksa bu varlık adem sayılır ve her şey abesiyete tahavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi bâtıldan pâk ve münezzeh olduğunu şu سُبْحَانَكَ مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا kelâmıyla i’lam ve talim eden Zat-ı Zülcelal sözüne nasıl muhalefet eder?

Dördüncü Bürhan: Üçüncü Bürhan’ı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et.

Evet “fenn-i menafiü’l-aza”nın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, her birisi bir menfaat için takriben iki yüz küsur kemik vardır. Ve her birisi bir fayda için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden [yüz] yirmi dört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dâfia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla her birisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Âlem-i asgar böyle olsa insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan ceset bu derece israftan uzak bulunsa ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur? Çünkü saadet-i ebediye olmasa bütün maneviyat kurur. O hakikatler, israf memleketine kaçarlar.

Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere mâlik olmakla hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birdenbire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder?

Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, azasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi kâinatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-i sabite ve devam ile yaşayışını îma eden intizamındaki kuvvet-i kâmile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismanî yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilalden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta odur ve o kuvveti inkişaf ettiren odur.

Beşinci Bürhan: Evet, her nevi mahlukatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrar ile vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal: Evet, haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilan ediyor. Saatleri sayan ibre de günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve i’lam ediyor. İşte birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.

Kezalik Sâni’-i Hakîm’in kâinat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar; günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.

Sual: Kâinatta görünen şu nev’î kıyametlerde eşya aynıyla iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam aynıyla iade edilir?

Cevap: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nev’i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir; emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvi, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimî kılmıştır. Başka nevlerin fertleri ise böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz’î, kıymetleri şahsî, nazarları mahdud, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri ânidir.

Bundan anlaşılıyor ki insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nev’i hükmündedir. Binaenaleyh o nevlerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasılsa efrad-ı insaniye de öyledir.

Altıncı Bürhan: Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de insandaki gayr-ı mütenahî istidatlardır.

Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var.

Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var.

Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var.

Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var.

İşte bunların her birisi haşr-i cismanînin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.

Yedinci Bürhan: Evet, Rahman ve Rahîm olan Sâni’-i Hakîm’in rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zira rahmet ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve nimet ancak o saadet ile nimet olur. Evet, bütün nimetleri nıkmetlere çeviren ebedî ayrılmaktan doğan ve umumî matemlerden yükselen o belalardan, kâinatı bilhassa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünkü bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse umum kâinatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükâbere ile inkâr lâzım gelir.

Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latîfi en zarifi en lezizi olan muhabbet ve şefkate bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük en tatlı bir nimet iken en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder.

Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi?

Vallahi hayır! لَا وَاللّٰهِ

Ancak o rahmetin şe’nindendir ki firak-ı ebedîyi hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi firak-ı ebedîye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.

Sekizinci Bürhan: Bütün âlemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malûm ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, parmağıyla kameri şakkettiği gibi lisanıyla da saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icmaları, bir hüccet-i kātıadır.

Dokuzuncu Bürhan: On üç asırdan beri yedi vecihle i’cazı tasdik edilen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

Onuncu Bürhan: Bu bürhan, binlerce bürhanları müctemidir. Bu bürhanları, çok âyetler tazammun etmişlerdir. Evet Kur’an-ı Kerîm, çok âyetlerinden haşre nâzır pencereler açmıştır.

Ezcümle: وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا âyetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir “kıyas-ı temsilî”ye işaret etmiştir.

Kezalik وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبٖيدِ âyet-i kerîmesiyle, o saadeti gösteren bir “kıyas-ı adlî”ye işaret etmiştir.

Birinci âyetle işaret edilen kıyas-ı temsilî: Evvela insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kasd, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör.

Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücud libasını her sene değiştirir. Bu vücud değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da bütün azanın erzak mahzeni hükmünde olan, Cenab-ı Hakk’ın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latîfeden alınan ecza ile yapılır.

Sonra o madde-i latîfenin ahvaline bak. Nasıl azanın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanun ile taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizam ile muntazaman dağıtılır.

Yine şâyan-ı dikkattir ki o madde-i latîfe, dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabdan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir.

Hem yine şâyan-ı dikkattir ki o madde-i latîfe, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. O yemekler, âlem-i anâsırda dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile mahsus bir nizam ile cem’ ve tahsil edilirler.

İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet mesela, Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir).

Evet, fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki o zerrenin hareketi, körü körüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse o mertebenin nizamına tabi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmiş ise onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmiş ise muntazam bir hareket ile sevk edilmiştir.

Hülâsa: Neş’e-i ûlâya dikkat edenin, neş’e-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın emrettiği gibi: “Neş’e-i ûlâyı gören adam, neş’e-i uhrayı inkâr edebilir mi?” Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış; birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.

Mesela, bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden, yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba’de’t-teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silaha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur.

Kezalik birbiriyle ülfet peyda eden ve her birisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölüm ile dağıldıktan sonra, haşirde Hâlık’ın izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaya davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insanîyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahâzâ kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük en küçük gibidir, hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.

Arkadaş! Zahire nazaran, haşirde ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan her bir cüzün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “acbü’z-zeneb” tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.

İkinci âyetle işaret edilen delil-i adlî ise: Evet, görüyoruz ki ale’l-ekser gaddar, fâcir zalimler; lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar; zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pâk ve münezzehtirler.

Öyle ise adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

وَ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ : Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazım ve nizam:

1- Bu cümlenin mâkabliyle bağlanmasını ifade eden و bu rükn-ü imanînin burada sarahaten zikredilmesi için âmm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atıf yapılmıştır.

2- Takdimiyle hasrı ifade eden بِالْاٰخِرَةِ kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri âhiret, hakiki bir âhiret olmadığına ta’rizdir. Çünkü onların لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّا اَيَّامًا مَعْدُودَةً âyet-i kerîmesinin hikâye ettiği gibi: “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır.” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefiy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.

3- Malûm ve ma’hud olan şeye işaret için vaz’edilen اَلْ edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden ma’hud âhirete işarettir. Veyahut mezkûr delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve âhiret ile anılan hakikate işarettir.

4- Mukadder bulunan neş’enin sıfatına âhiret tabiri, zihinleri neş’e-i ûlâya çevirip ondan neş’e-i uhraya bi’l-intikal imkân yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.

5- Yakîn ile beraber tasdiki birlikte ifade eden يُؤْمِنُونَ kelimesine bedel يُوقِنُونَ tabiri, haşir meselesi şek ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma olduğu için tasdikten fazla îkan ve yakîn daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakînden hâlî olduğundan onların imanı, iman olmadığına işarettir.

اُولٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ

Bu cümledeki nüktelere işaret eden me’hazler şunlardır:

1- Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı.

2- اُولٰٓئِكَ ile işaret-i hissiye.

3- اُولٰٓئِكَ deki uzaklık.

4- عَلٰى daki ulviyet.

5- هُدًى deki tenkir.

6- مِنْ

7- رَبِّهِمْ deki terbiyeden ibaret yedi me’hazdir.

Birincisi: Bu cümleyi mâkabliyle bağlayan münasebetlerdir.

Birinci münasebet: Bu cümle mâkablinden neş’et eden üç suale cevaptır.

Birincisi: Hidayetten neş’et eden o güzel vasıfları lâbis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen sâile cevaptır.

İkincisi: “O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?” diye sual eden sâmi’e cevaptır. Yani illet ve sebep اُولٰٓئِكَ ile işaret edilen vasıflardır.

Sual: Sâbıkan mezkûr vasıfların tafsilen zikirleri اُولٰٓئِكَ kelimesindeki icmalden daha vâzıh bir surette sebebi gösteriyor?

Cevap: İcmal, bazen tafsilden daha vâzıh olur. Bilhassa matlub, birkaç şeyden mürekkeb olduğu zaman, sâmi’in gabaveti veya nisyanı dolayısıyla o mürekkebin eczasını mezcetmekle sebebi çıkarmak müşkül olur.

Üçüncüsü: “Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?” diye sual eden sâile cevaptır.

Yani hidayette saadet-i dâreyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir, ruhun cennetidir (nasıl ki dalalet, ruhun cehennemidir) ve bilâhare âhiretin felâh ve saadetini intac eder.

İkinci me’haz: اُولٰٓئِكَ ile yapılan işaret-i hissiye. Bir şeyin müteaddid sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsûs olmasına sebep olduğuna işarettir. Maahâzâ sâbıkan zikirlerinden bir ma’hudiyet çıkar. Bu ma’hudiyet-i zikriye, ma’hudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Haricî olan ma’hudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki nev-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

Üçüncü me’haz: Uzaklığı ifade eden اُولٰٓئِكَ onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecazî bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahâzâ zamanî ve mekânî olan bu’d, hakiki kasdedilirse belâgata daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar asr-ı saadet gibi bu âyeti zikrediyorlar. Öyle ise اُولٰٓئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu’d, hakiki olur, mecazî değildir.

Binaenaleyh onların hakikaten zaman ve mekânca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.

Dördüncü me’haz: Ulviyeti ifade eden عَلٰى kelimesidir.

Arkadaş! Eşya ve şeyler arasında öyle münasebetler vardır ki onları âyine gibi yapıyor. Her birisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Mesela bir parça cam, büyük bir sahrayı gösterdiği gibi bazen olur ki bir kelime, uzun ve hayalî bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acib bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelâm, zihnini alır, misalî âlem-i misallere kadar götürür, gezdirir. Mesela بَارَزَ kelimesi, muharebe meydanını; ثَمَرَةٌ kelimesi, büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir.

Buna binaen buradaki عَلٰى kelimesi, temsilî bir üsluba pencere açar, gösterir kasdıyla zikredilmiştir. Şöyle ki:

Sanki hidayet-i İlahî, bir burak olup mü’minlere gönderilmiştir. Mü’minler tarîk-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalâta yürürler.

Beşinci me’haz: هُدًى deki tenkirdir. Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, ale’l-ekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden هُدًى evvelki هُدًى in aynı değildir. Ancak evvelki هُدًى masdardır. İkincisi, hasıl-ı bi’l-masdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sabit bir sıfattır.

Altıncı me’haz: Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden مِنْ kelimesinden burada bir cebir hissedilmekte ise de hakikatte cebir değildir. Çünkü onların cüz-i ihtiyarlarıyla hasıl-ı bi’l-masdar olan hidayete yürümeleri üzerine Cenab-ı Hak, o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir.

Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dâhilindedir. Fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah’tandır.

Yedinci me’haz: Terbiyeyi ifade eden رَبِّ kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi, onların rızık ile terbiyeleri rububiyetin şe’ninden olduğu gibi hidayetle de tagaddileri rububiyetin şe’ninden olduğuna işarettir.

وَاُولٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Bu cümledeki nüktelerin me’hazleri:

1- و ile atıf.

2- اُولٰٓئِكَ nin tekrarı.

3- Zamirü’l-fasl olan هُمْ

4- اَلْ edatı.

5- Felâh yollarının adem-i zikriyle مُفْلِحُونَ nin âmm ve mutlak bırakılması gibi beş me’hazdan ibarettir.

Birincisi: و ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci اُولٰٓئِكَ saadet-i âcile (عَاجِلَه) olan hidayet semeresine işarettir. İkinci اُولٰٓئِكَ hidayetin semere-i âcilesine (اٰجِلَه) işarettir.

Evet, her bir اُولٰٓئِكَ mâkabline bir fezleke, bir icmaldir. Fakat erkân-ı İslâmiye me’haz tutulmakla, birinci اُولٰٓئِكَ yi birinci اَلَّذٖينَ ye rabtı ve ikisinin de ümmi mü’minlere tahsisi; ve keza erkân-ı imaniye ile yakîn me’haz tutulmakla ikinci اُولٰٓئِكَ yi ikinci اَلَّذٖينَ ye rabtı ve ikisinin de ehl-i kitap mü’minlere ircâı daha evlâdır.

İkincisi: اُولٰٓئِكَ nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete, gerek onların medh ü senalarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebepler olduklarına işarettir. Fakat ikinci اُولٰٓئِكَ nin hükmüyle beraber, birinci اُولٰٓئِكَ ye işareti daha evlâdır.

Üçüncüsü: Zamirü’l-fasl olan هُمْ ehl-i kitaptan olup Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma iman etmeyenlere bir ta’riz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı tekid etmek ile beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki:

Mübteda ile haber arasında bulunan هُمْ zamiri, mübtedayı çok haberlere mübteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdud ve muayyen olmadığını hayale arz etmekle hayali, münasip haberleri taharri etmeye teşvik eder.

Nasıl ki Zeyd’i ele almakla “Zeyd âlimdir, Zeyd fâzıldır, Zeyd güzeldir.” gibi Zeyd’in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik اُولٰٓئِكَ den sonra gelen هُمْ zamiri hayali harekete getirmekle “Onlar ateşten kurtulurlar.” “Onlar cennete girerler.” “Onlar rü’yete mazhar olurlar.” ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır.

Dördüncüsü: اَلْمُفْلِحُونَ kelimesindeki اَلْ hakikati tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: “Eğer müflihlerin hakikatini görmek istersen اُولٰٓئِكَ nin âyinesine bak, sana temessül edecektir.” Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: “Ehl-i felâh olanları tanımak istersen اُولٰٓئِكَ ye bak, içindedirler.” Veya hükmün zahir ve bedihî olduğuna işarettir.

Beşincisi: Felâh ve necat yollarını tayin etmeyen اَلْمُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlak, tamim içindir. Şöyle ki:

Kur’an’a muhatap olan, matlubları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki bir kısmı, ateşten necat istiyorlar; bir kısmı, cennete girmek istiyorlar; bir kısmı, rü’yete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur’an-ı Kerîm اَلْمُفْلِحُونَ kelimesini âmm ve mutlak bırakmıştır ki herkes istediğini takip etsin.

***

Bakara Suresi 1- 2- 3. âyetler

Sure-i Bakara

Sual: Îcaz ile i’caz sıfatlarını hâvi Kur’an-ı Azîmüşşan’da بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ve فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا…الخ ve وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ…الخ gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar belâgata münafîdir, usanç veriyor?

Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazen usanç veriyor fakat umumî değildir. Her yere, her kelâma ve her kitaba şâmil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zahirî tekrarlar, belâgatça istihsan ve takdir edilmektedir.

Evet, insanın yediği yemekler; biri gıda diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır. Birinci kısım tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebep olur. İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardır.

Kezalik kelâmlar da iki kısımdır. Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabîlinden iştihayı açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan edilmez.

Buna binaen Kur’an, heyet-i mecmuasıyla kalplere kut ve kuvvet olup tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verdiği gibi; Kur’an’ın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar. هُوَ الْمِسْكُ مَا كَرَّرْتَهُ يَتَضَوَّعُ

Ezcümle: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları açar; misk gibi karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak وَاُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا kabîlinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelâmlar yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir.

Hattâ kıssa-i Musa çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet Kur’an-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır.

Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin her birisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibarıyla zikredilmiş ve edilmektedir.

Maahâzâ hangi surede tekerrür varsa o surenin ruhuyla münasip olan bir vecih bizzat kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebeî zikirleri, belâgata münafî değildir.

الٓمٓ

Surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaaya ait izahatı dört mebhasta zikredeceğiz.

Birinci Mebhas: الٓمٓ ile surelerin evvellerinde bulunan huruf-u mukattaadan teneffüs eden i’caz hakkındadır. İ’caz, inci gibi incecik letaif-i belâgatın parıltılarının imtizaç ve içtimaından tecelli eden bir nurdur. Bu mebhasta, bu nuru birkaç letaif zımnında izah etmekle parlatacağız. Fakat her bir latîfe ince ve ziyası az ise de letaifin heyet-i mecmuasından hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sadık çıkacaktır.

1- Hece harflerinin adedi –elif-i sakine hariç kalmak şartıyla– yirmi sekiz harftir. Kur’an-ı Azîmüşşan, surelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terk etmiştir.

2- Kur’an’ın almış olduğu nısıf, terk ettiği nısıftan daha ziyade kesîrü’l-istimaldir.

3- Kur’an, surelerin başında zikrettiği kısım içinde, lisan üzerine daha suhuletli olan “elif, lâm”ı çok tekrar etmiştir.

4- Kur’an aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir.

5- Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta’liye, münhafıza, müntabıka, münfetiha gibi çiftli cinslerinin her birisinden yine nısıf almıştır.

6- Çifti, yani eşi olmayan –evtar– kısmında sakîlden azı, hafiften çoğu almıştır. Kalkale, zelâka gibi.

7- Kur’an-ı Azîmüşşan’ın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarîk, beş yüz dört ihtimalden intihab edilmiştir. Ve intihab edilen şu tarîkten başka hiçbir ihtimal ile mezkûr tansif mümkün değildir. Çünkü taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. Bu gibi i’caz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin.

İkinci Mebhas: Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:

1- الٓمٓ ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garib ve acib bir şeyin mukaddimesi ve keşif kolları olduklarına işarettir.

2- Bu surelerin başlarındaki taktî-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir.

3- Bu harflerin taktîi, müsemmanın vâhid-i itibarî olup terkib-i mezcî olmadığına işarettir.

4- Bu harflerin taktî ile ta’dadı, sanatın madde ve me’hazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak “İşte i’caz sanatını, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!” diye onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.

5- Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: “Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu ta’dad ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!”

6- Harfleri ta’dad ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki Kur’an, ümmi bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor.

7- ا , ل , د gibi harfleri, mesela “elif, lâm, dal” gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usûldür. Bundan anlaşılıyor ki hem söyleyen hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir ancak başka bir yerden ona geliyor.

Ey arkadaş! Bu letaifin ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belâgatı göremeyen adam, belâgat ehlinden değildir. Erbab-ı belâgata müracaat etsin.

Üçüncü Mebhas: الٓمٓ i’cazın esaslarından îcazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır:

1- الٓمٓ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, هٰذَا كَلَامُ اللّٰهِ الْاَزَلِىِّ hükmüne ve kaziyesine; lâm, نَزَلَ بِهٖ جِبْرٖيلُ hükmüne ve kaziyesine; mim عَلٰى مُحَمَّدٍ ع.ص.م. hükmüne ve kaziyesine remzen ve îmaen işarettir.

Evet, nasıl ki Kur’an’ın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de “sin, lâm, mim” gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik الٓمٓ in her bir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.

2- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı ancak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdadır.

3- Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki Muhammed aleyhissalâtü vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarîh gibi telakki eder, anlar.

4- Şu harflerin taktîi; harf ve lafızların hâvi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp ilm-i esrarü’l-hurufta beyan edildiği gibi adet ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna işarettir. (Hâşiye[1])

5- الٓمٓ taktîiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan “halk, vasat, şefe” mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.

Ey zihnini belâgatın boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan هٰذَا كَلَامُ اللّٰهِ içinden çıkacaktır.

Dördüncü Mebhas: الٓمٓ emsaliyle beraber terkip şeklinden taktî suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tabi olmadığına ve hiç kimseyi taklit etmiş olmadığına ve üslupları acib, çeşitleri garib yeni saha-i vücuda gelen bir bedîa olduğuna işarettir. Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:

1- Hatip ve beliğlerin âdetindendir ki mesleklerinde daima bir misale tabi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki bu harflerden anlaşıldığına nazaran Kur’an, hiçbir misale tabi olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belâgat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.

2- Kur’an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu heyet üzerine bâkidir. Bu kadar Kur’an’ı taklit etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur’an’ın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet Kur’an, milyonlarca Arabî kitaplarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur’an ya hepsinin altındadır, bu ise muhaldir; öyle ise hepsinin fevkindedir, öyle ise Allah’ın kelâmıdır.

3- Beşerin sanatı olan bir şey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur’an ise ilk zuhurunda gösterdiği halâveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.

Ey belâgat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki bal arısı اَشْهَدُ اَنَّ هٰذَا كَلَامُ اللّٰهِ balını çıkarsın.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ

Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.

Birinci Misal: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyet-i kerîme nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksat ve esas, “pek az bir azap ile fazla korkutmak”tır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.

Ezcümle: Şek ve ihtimali ifade eden اِنْ şartiye olup azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir.

Ve keza نَفْحَةٌ sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır.

Ve keza مَسَّ kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir.

Ve keza teb’izi ifade eden مِنْ ve şiddeti gösteren نَكَالْ kelimesine bedel, hiffeti îma eden عَذَابِ kelimesi ve رَبِّ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar: عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشٖيرُ

Yani “İbarelerimiz ayrı ayrı ise de hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.”

İkinci Misal: الٓمٓ ۞ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ olan âyet-i kerîmedir. Bu âyette maksad-ı esas, “Kur’an’ın yüksekliğini göstermek”tir. Ve bu maksadı takviye eden الٓمٓ ، ذٰلِكَ ، الْكِتَاب ، لَا رَيْبَ فٖيهِ kayıtlarıdır. Evet bu kayıtlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.

Ezcümle: الٓمٓ kasem olduğu cihetle Kur’an’ın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkûr letaif cihetiyle de davanın ispatına işaret eder.

Ve keza ذٰلِكَ zat ile sıfâtı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kur’an’ın azametine hem azameti ispat eden sıfât-ı kemaliyeye işaret eder.

Ve keza ذٰلِكَ işaret-i hissiyeye mahsus iken işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi makul olan Kur’an’ı mahsûs suretinde göstermesi, Kur’an’ı ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arz etmekle, tesettürü icab eden hile, zafiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir.

Ve keza ذٰلِكَ nin ل vasıtasıyla ifade ettiği bu’d, Kur’an’ın kemaline delâlet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir.

Ve keza الْكِتَاب deki اَلْ hasr-ı örfîyi ifade ettiğinden, Kur’an’ın azametine ve başka kitapların mehasinini cem’etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir.

Ve keza كِتَابُ tabiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümminin mahsulü olmadığına işarettir.

Ve keza لَا رَيْبَ فٖيهِ zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur’an’ın kemalini ispat veya tekid eder. Ve keza istiğrakı ifade eden لَا Kur’an’ın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def’ ile Kur’an’ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilan eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okur: وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلًا صَحٖيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقٖيمِ Yani “Kur’an’da ta’yib edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur’an gibi sahih kavilleri ta’yib etmek ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor.” Ve keza zarfiyeti ifade eden فٖى tabiri, Kur’an’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa içerisindeki hakaik ile def’edilebileceğine işarettir.

Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey’ata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülâl-i belâgatı ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç “Elhamdülillah!” de.

Sual: الٓمٓ ۞ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ âyet-i kerîmesinin cümleleri, atıf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?

Cevap: O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira o cümlelerin her birisi, arkadaşlarına hem babadır hem oğul. Yani hem delildir hem neticedir.

Evet الٓمٓ lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur hem mu’ciz olduğunu ilan eder.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ hem bütün kitaplara faik olduğunu tasrih eder hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.

لَا رَيْبَ فٖيهِ hem Kur’an’ın şek ve şüphe yeri olmadığını tasrih eder hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.

هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ hem tarîk-ı müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu gösterir hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilan eder.

İşte bu cümlelerden her birisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi ikinci manasıyla da onlara neticedir.

Sonra bu âyetin şu cümleleri arasında i’caza menba, belâgata medar olan on iki münasebet, alâka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim.

1- الٓمٓ bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyle ise en yüksek bir kitaptır. Öyle ise bir yakîn sadefidir. Zira kitabın kemali, yakîn iledir. Öyle ise nev-i beşer için mücessem bir hidayettir.

2- ذٰلِكَ الْكِتَابُ yani emsaline tefevvuk etmiştir. Öyle ise müstesnadır. Çünkü şek ve şüphe yeri değildir. Çünkü müttakilere doğru yolu gösterir. Öyle ise mu’cizdir.

3- هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ yani tarîk-ı müstakime irşad eder. Öyle ise yakîniyattandır. Öyle ise mümtazdır. Öyle ise mu’cizdir.

Ey arkadaş! Şu هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir:

1- Bu cümlede “mübteda” mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden “mübteda” ile “haber” arasındaki ittihat öyle bir dereceye varmış ki sanki “mübteda” hazfolmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi zihnen de müttehid olduklarına işarettir.

2- هَادٖى yerinde هُدًى yani ism-i fâil mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur’an’ın husule geldiğine işarettir.

3- هُدًى deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki hidayet-i Kur’an öyle ince bir dereceye varmıştır ki hakikati idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü “marife”nin zıddı olan “nekre” ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki “Tenkir, bazen tahkiri bazen tazimi ifade eder.” denilmiştir.

4- Müteaddid kelimelere bedel ism-i fâil sîgasıyla ihtiyar edilen مُتَّقٖينَ kelimesi ile yapılan îcaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir.

Sual: Gayet mahdud, az birkaç noktadan beşerin tâkatinden hariç denilen i’cazın doğması ihtimali var mıdır?

Cevap: Maddî ve manevî her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet in’ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü her şeyde bir nevi in’ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki birbirine mukabil tutulan iki âyinede çok âyineler görünüyor; kezalik iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüd eder.

Bu sırra binaendir ki her hüsün sahibinin ve her bir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtrî bir meyli vardır ki içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef insanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar.

Sual: Belâgat ve hidayetten maksat, hakikati vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?

Cevap: Malûmdur ki Kur’an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına râcidir.

Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır.

Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibarıyla birbirine uymuyor. Mesela, bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden, öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki Kur’an-ı Kerîm günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış, âmm bir şekilde bırakmıştır ki herkes zevkine göre fehmetsin.

Hülâsa: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler.

Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usûle mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir.

Bu nükteden anlaşıldı ki Kur’an’ın i’caz vecihlerinden biri odur ki nazmı, öyle bir üsluptadır ki bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.

اَلَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ

Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını icab ettiren münasebet vecihleri ise:

Bu cümle, mü’minleri medheder, evvelki cümle de Kur’an’ı medheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innîdir ve hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü mü’minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir nevi hidayettir.

اَلَّذٖينَ ile مُتَّقٖينَ arasındaki münasebete gelince:

Bunların biri tahliye (تَخْلِيَه), diğeri tahliye (تَحْلِيَه)dir. Tahliye (تَخْلِيَه) tathir etmek ve temizlemektir. Tahliye (تَحْلِيَه) ise tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalp, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm, tahliye-i seyyiatı üç mertebesiyle zikretmiştir:

Birincisi, şirki terk.

İkincisi, maâsiyi terk.

Üçüncüsü, mâsivaullahı terk etmektir.

Tahliye (تَحْلِيَه) ise hasenat ile olur. Hasenat da ya kalp ile olur veya kalıp ve beden ile olur veyahut mal ile olur.

A’mal-i kalbînin şemsi, imandır.

A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.

A’mal-i maliyenin kutbu, zekâttır.

Sual: اَلَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ hal iktizasına göre îcaz ise de aynı manayı ifade eden اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet اَلْ harfi اَلَّذٖينَ ile; مُؤْمِنُونَ kelimesi يُؤْمِنُونَ fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın îcaza tercih sebebi nedir?

Cevap: اَلَّذٖينَ esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir. Başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder.

Amma مُؤْمِنُونَ kelimesine bedel, fiil sîgasıyla يُؤْمِنُونَ nin tercihi; iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dâhilî ve haricî delillerin tecellisiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüd etmesine işarettir. Evet, delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.

بِالْغَيْبِ yani nifaksız, ihlas-ı kalp ile iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i gayba iman ediyorlar.

İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.

Sual: Avam-ı nâstan hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir?

Cevap: Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhîlerinden Sekkakî gibi bir zat; İmruu’l-Kays veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. Maahâzâ imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Mesela âmî bir adama, bu âlem bütün cihetleri ile, eczasıyla kudretinde, tasarrufunda bulunan Sâni’in, yarattığı bu âlemin bir cihetinde olup olmadığı gibi bir sorgu yapıldığı zaman “Hiçbir cihette değildir!” dese kâfidir. Çünkü nefiy cihetinin onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.

İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” denilmiştir. Öyle ise iman, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuâdır ki vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve keza iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları, bir şecere-i tûba gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.

وَيُقٖيمُونَ الصَّلَاةَ :

Bu cümlenin evvelki cümle ile bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikârdır. Lâkin bedenî ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir.

Evet nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatleri hâvi olduğu gibi idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin numunelerine de şâmildir. Mesela secdede, rükûda, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.

Sual: يُقٖيمُونَ nin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?

Cevap: Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâm’a yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti, hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.

Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaya sevk ettiren malûm âletin sesi gibi âlem sahrasında dağılmış insanları, cemaate davet eden ezan-ı Muhammedî’nin (asm) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir.

Sual: يُصَلُّونَ kelimesine bedel, itnablı يُقٖيمُونَ الصَّلَاةَ nin zikrinde ne hikmet vardır?

Cevap: Namazda lâzım olan ta’dil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ikamenin manalarını müraat etmeye işarettir.

Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi öyle esrarı hâvidir ki her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir.

Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki her kalp kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münâcata mazhar olsun.

Namaz, kalplerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zaten insan medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, amma iş işten geçer.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ :

Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise:

Namaz عِمَادُ الدّٖينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:

1- Sadakayı vermekte israf olmaması.

2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

3- Minnetle in’amın bozulmaması.

4- Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.

5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.

6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcat-ı zaruriyesinde sarf etmesi lâzımdır.

Kur’an-ı Kerîm bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için يُزَكُّونَ veya يَتَصَدَّقُونَ veyahut يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ gibi îcazlı bir ifadeyi terk edip وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.

1- Teb’izi ifade eden مِنْ israfın reddine.

2- مِمَّا nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna.

3- رَزَقْنَا minnetin olmamasına. Çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır.

4- Rızkın نَا ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına.

5- Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şâmil olmasına.

6- نَفَقَ maddesi; alanın, sefahete değil, hâcat-ı zaruriyesine sarf etmesine işaretlerdir.

Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ الْاِسْلَامِ hadîs-i şerifi mervîdir. Yani Müslümanların birbirine yardımları ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilacı muavenettir.

Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavîsine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

Birisi: “Ben tok olayım da başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

Nev-i beşeri umumî felaketlere sürükleyen ve Bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz.

Bu yüzdendir ki aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.

Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuddur.

Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

[1] Hâşiye: Kırk sene sonra Risale-i Nur, bu lem’a-i i’cazı körlere dahi göstermiştir.