بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok sevgili Üstadımız Efendimiz!

“Risale-i Nur imha edilmez!” diye yazılan ayn-ı hakikat parçayı Başbakan, Adliye Bakanına ev adresleriyle; yine diğer bakanların da resmî adreslerine gönderdik. Görüştüğümüz mebuslara veriyoruz. Hepsi de bu hususta çalışacaklarını söylüyorlar. Isparta mebusu Senirkentli Tahsin Tola, ziyade alâkadar oluyor ve diyor ki: “Hükûmet şimdi komünistlikle mücadeleye başladı. Bu mücadele yalnız zabıta ile olamaz. Nurcular yirmi seneden beri mücadele ediyorlar ve hükûmete büyük yardımda bulunuyorlar. Ve bugün memleketteki muhtelif cereyanların en hayırlısı ve en tesirlisi Nurculardır.” diyorlar.

Vaiz ve Mebus Ömer Bilen, diğer Mebus Hasan Fehmi Ustaoğlu ve Fehmi Çobanoğlu isimli ihtiyar zatlar, size pek çok hürmet ve selâm ediyorlar. Her ikisi dahi Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına sevgili Üstadımızı, bu asrın bir mürşid-i hakikisi söyleyerek “Onların himmetidir ki bu umulmadık zafer kazanıldı.” diyorlar.

Siz sevgili Üstadımızdan çok cihetle yardım gördüğünü söyleyen bu muhterem milletvekilleri, sizin dua ve Risale-i Nur’un hizmetine güvenerek ileriye pek büyük ümitle baktıklarını ve “İslâmiyet’in bütün şaşaasıyla âlem-i insaniyet çapında parlayacağını Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden bekliyoruz.” diyorlar. Dünkü çarşamba günü üç mebus, bir aralık Üstadımızı ziyaret edeceklerini konuşmuşlar.

Abdullah, Sungur

***

Mahkeme-i Kübraya Şekva ve Müdafaat’ın Bir Hâşiyesi Olan Parçanın Hülâsasıdır

Size bu defa Mahkeme-i Temyize gönderdiğimiz –avukatın Temyiz Mahkemesine gönderdiği– istidanın suretidir. Ve dehşetli kararnameye karşı; hülâsası sizin tarafınızdan bu mealde, müsadere kararnamesine mukabil dindar mebuslara dersiniz:

Bu tarzda müsadere ne derece kanuna muhalif ve Demokrat hükûmetini tanımamak ve Adliye Bakanının verdiği emri ne derece dinlemediklerini ve ehemmiyet vermediklerini gösteriyor. Ve adliye adaleti haricinde dehşetli bir garaz hükmediyor.

Kitaplarımızın ellerindeki tamamını, binler kelimeden bir iki kelimeyi suç mevzuu bahanesiyle vermek istemediklerini ve bu suretle Nurların neşrine mani olmak istediklerini ve suç diye gösterdikleri noktalarda bizim tarafımızdan müdafaatımızda onların seksen bir hatalarını Hata-Savab Cetveli’nde ispat edilmekle açık garazkârlıklarının gösterildiğini hem elyevm yasak olmayan yüz binler tefsirlerde yazılı bulunan tesettür ve irsiyet hakkındaki iki âyetin birkaç satırlık tefsiri yüzünden dünyada hiçbir kanunun müsaade etmediği acib bir zulüm ile dört yüz sahifelik Zülfikar mecmuasını müsadere edip bize vermemek suretiyle bir zulüm irtikâb ettiklerini hem Afyon’da iki sene ellerinde kalan bütün Risale-i Nur’un parçaları, daha evvelden hem Denizli hem Ankara hem Isparta mahkemelerinde beraet ettirilip sahiplerine iade edildiğini ve bilâhare Zülfikar ve Asâ-yı Musa’yı ruhsatsız neşir bahanesiyle Isparta hükûmeti müsadere edip dört sene zapt ettikten sonra hiçbiri noksan olmadan yüz yetmiş mecmuayı bize iade ettiklerini ve bizim en mühim suçumuz, Risale-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve din-i İslâm’ı bu mübarek Türk milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesi’nde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakiki Müslüman Türk’ü protestan yapamayan ve millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle ispat eden ve hadîs-i şerifin haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde “din yıkıcı Süfyan” dediğimizi ve “kalplerdeki sevgisini bozmaya çalıştığımızı” isnad edip kararnamede mahkûmiyetimize sebep olduğunu ve Mahkeme-i Temyizin Afyon Mahkemesinin bu haksız kararını bozmasıyla yeniden görülmeye başlanan dava, af kanunu çıkmasıyla, dosyalarıyla ve bütün Nur eserleriyle çürütülmek için mahzene atıldığını ve bilâhare Adliye Bakanlığınca, Sungur’un keşide ettiği telgrafı üzerine, bütün eserlerin verilmesine emir verildiği halde hiçbiri iade edilmeyerek, yeniden suç mevzuu olanlarını tefrik etmek; belki tamamını suç mevzuu yapmak istemeleriyle Risale-i Nur’un tam serbestîsine mani olmak istediklerini bildiren ve üç seneden beri bizi aldatan böyle eşhasa Nur’un işlerini bırakmamak için Başbakan ve Adliye Bakanının nazar-ı dikkatlerine arz edilmek üzere bu mealdeki adalet-perver Demokratlara istida yazılması, vatan ve millet menfaatine lüzumu var.

Lafza-i Celal üzerinde i’cazı gözle görülen Kur’an’ımızı almak için istida ile Diyanet Riyasetine müracaat edilmesi gibi sırf garazla ve ecnebi parmağıyla aleyhimize dönen işlerden ve işkencelerden bizi ve âlem-i İslâm’ı pek çok sevindiren Demokratların dikkat edip Nurcuları kurtarmalarını, hürriyetperver hükûmetten rica ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bütün ruh u canımla geçmiş Mevlid-i Nebeviyenizi tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Sizin Nur’un neşrindeki muvaffakıyetinizi âlem-i İslâm tebrik edip alkışlayacak. Şimdi de emareleri görünüyor ki ezcümle bir numunesi:

Pakistan Maarif Vekili Nurlar için benim yanıma geldi, Risale-i Nur’un bir kısmını aldı. “Doksan milyon Müslümanlar içinde neşrine çalışacağım.” dedi. Aldı, gitti.

Hem bu kadar aleyhimizde münafıklar çalıştıkları halde hem Avrupa’da hem Asya’da uzak yerlere Risale-i Nur’u götürmüşler. Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilan etmişler.

Hem dâhilde ehl-i iman, en ziyade muarızlar olan eski başbakan ve dâhiliye vekili yasak ettikleri Asâ-yı Musa ve Zülfikar’ı yasaklarına ehemmiyet vermeyerek kemal-i şevk ile okuyorlar. Okuyanlar Ankara’da pek ziyadedir.

Hem birkaç yerde hapishane müdürleri iki üç vilayette karar vermişler ki: “Biz hapishaneleri Medrese-i Nuriye yapacağız ki bizim mahpuslar da Denizli, Afyon hapisleri gibi Nurlarla ıslah olsunlar.”

Sâlisen: Merhum Burhan, Nur’un ümmi ve gizli kahramanı idi. Hem onun akrabasını hem Isparta’yı hem Medresetü’z-Zehra şakirdlerini taziye ediyorum. Beş altı gün evvel haber almıştım. Şimdiye kadar beş altı gün zarfında belki bin defa ona dua etmişim. Çünkü altı günde virdimde dört yüze yakın اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ dediğimde onu da niyet ediyorum. Bütün okuduklarımı Burhan’a hediye ediyorum.

Râbian: Nurlar, mektepleri tam nurlandırmaya başladı. Mektep şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahip ve nâşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakiki malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahip çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ulemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir (Hâşiye[1]).

Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarîkat zamanı değil, bid’alar mani oluyor.” dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarîkatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kalbi mağlup olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakiki Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.

Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir.

Rehber Risalesi’ndeki Leyle-i Kadir meselesi, şimdi hem Amerika hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükûmetimizin hakiki kuvveti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâm’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika hem Avrupa devletleri Kur’an’a ve ittihad-ı İslâm’a taraftar olmaya mecburdurlar.

Sâdisen: Yanıma Nur talebesi bir mebus geldi, dedi ki:

“Ben Adliye Bakanlığına gittim. Afyon’da Nurların müsadere kararını söyledim. Adliye Vekili Özyörük dedi ki: “Ben Afyon Mahkemesine Nurların tamamen verilmesine emir verdim. Hattâ bendeki Asâ-yı Musa’yı da müellifine iade edeceğim.” diye bana söyledi. Halil Özyörük’ün bu sözü, Demokratlara ve Nurlara taraftarlığını gösteriyor.

Umuma binler selâm…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur’un genç kahramanları!

Evvela: Ruh u canımızla sizin Ankara gibi yerde hârika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz. Hakikaten ümidimizin fevkinde ehl-i maarif ve mektepliler kısmında çok ehemmiyetli bir intibaha vesile oldunuz. Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz, on senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi yaptığınıza kanaat edip kuvve-i maneviyeniz ehemmiyetsiz hâdiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza vesile olsun.

O gibi yerlerde dâhilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî cereyanların hodfüruşane ve garazkârane çarpıştıkları bir zamanda Kur’an ve imana hizmetiniz ve üniversitelilerin Nurlara takdirkârane sahip çıkmaları; bütün Nurcuları sevindirdiği gibi ileride inşâallah âlem-i İslâm’ı da sevindirecek.

Sizlerin az hizmetinizde mükâfat çoktur. Bazen askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu gibi sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi az zamanda çok vazife gördünüz. Mesainizin semeresi az da olsa kanaat ediniz.

Mücahede cephesinde bazı zayıfların geri çekilmesi, cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi Nur fedakârları, vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebata belki şevk ile daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir.

Evet, Risale-i Nur’un mühim bir hakikatinden siz fıtraten bir ders aldınız. Yine o hakikati nazar-ı dikkate alınız, o da şudur:

Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur’an’a hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise o, vazife-i İlahiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlup da olsak kuvve-i maneviyeye ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır.

Mesela, bir zaman İslâm’ın büyük bir kahramanı Celaleddin-i Harzemşah’a demişler: “Cengiz’e karşı muzaffer olacaksın.” O demiş: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam.” Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delâletiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir iki adam sizden kabul etse yine sarsılmamak gerektir. Bazen bir iki adam, bine mukabil geliyor.

Sâniyen: Ankara’da bu sırada nazarlar dünyaya ziyade çevrilmiş. Ve iktidar kısmı daha tam prensibini kabul etmeye vakit bulamamış. Müteaddid partiler kendine taraftar bulmak için veya kabahatlerini setretmek için elbette çok çalışıyorlar. Ve İslâmiyet ve Kur’an aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dâhilde bazılarını bulmuşlar ki Kur’an lehinde cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak, evham vermek gibi propagandalarla hakiki fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlar ile alâkadar olanları evhamlandırıyorlar ve Nurcuların da kuvve-i maneviyelerini kırmaya çalışıyorlar.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ben size bugün mektup yazacaktım. Ziyade rahatsızlığım sebebiyle telaşta iken, aynı dakikada Mustafa Gül ve İbrahim Gül geldiler. Hem bana ilaç hem teselli hem büyük sevince vesile olduklarından, o iki mübarek kardeşimi benim vekillerim ve bir mektup olarak size gönderiyorum. Onlar birer Said olarak benim bedelime sizi ziyaret ve tebrik edip sair şeylerimi de size beyan etsinler.

Said Nursî

***

(Üstadımızın tebrik telgrafına Reisicumhur Celal Bayar’ın telgrafla verdiği cevaptır.)

Bedîüzzaman Said Nursî

Emirdağ

Samimi tebriklerinizden fevkalâde mütehassis olarak teşekkürler ederim.

Celal Bayar

***

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim!

Evvela: Nur’dan bana çok lüzumu bulunan Medresetü’z-Zehranın fütuhatçı mahsulatını ve kahraman Tahirî’nin merhume haremi ile ve merhume iki kerîmesi namına gönderdiği mecmualarını ve iki hafta evvel merhum Hâfız Ali’nin bir hayru’l-halefi Mustafa’nın tam zamanında tamam Mektubat’ını ve Nur’un metin bir kumandanı Re’fet Bey’in kendi kalemiyle yazdığı mübarek mecmuasını ve pek güzel ve manidar rüyalı mektubunu aldım ve çok sevindim. Onların her bir harfine Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizin her birinize bin hasene ihsan etsin. Merhume Hatice ve merhume Hicret’in ve merhume Âişe’nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin, âmin!

Sâniyen: İkinci bir Hüsrev olan Mustafa Osman’ın mektubunda Sabri namında bir kardeşimizin, benim hizmetim için yanıma gelmesini istemesi beni çok memnun etti. O gelmiş ve birkaç ay hizmet etmişçesine kabul ediyorum. Fakat şimdi benim hizmetime hariçten gelmeye ihtiyaç kalmamıştır. Ne vakit ihtiyaç olursa o zaman haberdar edeceğim. Hakikaten Eflani havalisinde, Isparta kahramanları mahiyetinde küçük kahramanlar yetişmeye başlamıştır.

Sâlisen: Nur’un demirbaş kâtibi ve şakirdi Kâtip Osman’ın Risale-i Nur bahçesinden gönderdiği yaş üzüm teberrükünü ve Medresetü’z-Zehranın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi olan Sava’nın gayet mübarek teberrüklerini kaideme muhalif olarak onların hatırı için kabul ettim. Ve kime yedirsem de onların hayrı olarak yedireceğim.

Râbian: Nur kahramanı Hüsrev’in, ben Emirdağı’nda iken bana yazdığı umum mektuplarından mühim parçalarını, hususan benim yazdığım mektupların hülâsalarını hâvi kısımlarını bir defterde yazmıştım. Fakat ben hapiste iken birisi hoşuna gitmiş, almış; kayboldu. Şimdi tekrar eski mektuplarından kırk kadar bende var. Onları inşâallah ben işaret edeceğim, burada yazdıramazsam size göndereceğim. Bir defterde cem’edilerek belki ehemmiyetine binaen teksir edilecek.

Hâmisen: Sözler mecmuasından on beş tanesini Ankara’ya gönderdim, çok fayda vermiş. Oradaki Nurcular kahramancasına ihtiyat perdesi altında çalışıyorlar.

Sâdisen: Sizde bulunmayan ve Hüsrev’in istediği Mektubat’ı tashih ettim. Birisiyle göndereceğim. Bu defa Yirmi Dördüncü Mektup’u çok kıymetli, çok ince, çok derin ayn-ı hakikat gördüm.

Umuma binler selâm…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim!

Evvela: Kardeşimiz İnebolu Hüsrev’i Nazif Çelebi bana yazıyor ki: “Hizb-i Nuriye ve Salavatın neşrini bitirdikten sonra ne münasip ise neşredeceğim.” diye soruyor. Bence sizin tensibinizle Hastalar ve İhtiyarlar Lem’aları ve On Yedinci Mektup olan çocukların kısacık taziyenamesi ve Yirmi Birinci Mektup –ihtiyarlara hizmet hakkındaki kısa mektubun– neşri münasiptir. Fakat Medresetü’z-Zehranın erkânı hangi cümle ve hangi fıkra münasip görürlerse kaldırabilirler ve ıslah edebilirler. Ve daha kısa başka münasip risaleler varsa ilâve edebilirler.

Bu mealde kahraman Nazif’e çabuk cevap gönderiniz. Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü’l-Kebir’i ve Hizb-i Nuriye’yi Salavat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir. Cenab-ı Hak her bir harfine mukabil ona ve yardımcılarına bin sevap ihsan etsin, âmin!

Sâniyen: Yeni ehl-i hükûmet yavaş yavaş anlıyor ki hakiki kuvvet Kur’an’dadır. Ve İslâmiyet uhuvveti ile ve imanın hakaiki ile tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler. Evet bir tahripçi, yirmi tamirciyi telaşa düşürür ve bazen mağlup edebilir. Koca Çin’i kendine tabi yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslüman’a karşı âdeta mağlup bir vaziyette tecavüzden durduran; maddî kuvvetler, haricî dâhilî tedbirler, ittifaklar değil; belki yalnız Kur’an ve imanın hakikatleri, onların en büyük kuvveti olan maneviyat-ı kalbiyeyi tahribatlarına karşı set çekmesi ve manevî yaralarını tedavi etmesidir.

Ve yeni hükûmetin Maarif Vekili bu hakikati hissetmiş ki seleflerine muhalif olarak en ziyade iman hakikatlerinin neşrine, din derslerine ehemmiyet veriyor. Hattâ büyük bir ehemmiyetle şimdi de Şark Dârülfünunu –tabirlerince Doğu Üniversitesi– için yüz bin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış.

Hem mezkûr hakikati hem Ankara hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli, tahribatçı kuvvete karşı hem vatanı hem gençliği kurtaracak hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olduğunu kat’iyen bildiler ki Ankara’daki Üniversiteliler bin yedi yüz imza ile Maarif Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler.

Ve İstanbul Üniversitesinde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne demişler ki:

Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz demesine mukabil; o üniversitenin mümessili, din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde o reise demiş ki:

Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise ne siz ve ne de Avrupa onu mağlup edemez.

Bu mesele münasebetiyle meslek ve meşrebime muhalif olarak Eski Said’in bir iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:

Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.

İnşâallah, Maarif ve Adliye vekilleri gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.

***

…Bir iki hafta evvel Mısır’ın Camiü’l-Ezherinin büyük bir müderrisi olan Ali Rıza buraya hususi bir adamı gönderdiği gibi iki gün evvel de aslen Buharalı ve Medine-i Münevvere’de mücavir ve Mısır’da büyük âlimlerle ve hususan eski Şeyhülislâmımız ve Dârülhikmette benim arkadaşım Mustafa Sabri Efendi’yle alâkadar ve bu tarafa geleceğine dair onlarla görüşen ve bir derece onların namına mühim bir âlim yanıma geldi. Ben de Camiü’l-Ezhere hediye-i vakfiyem olarak on bir tane hususi mecmualarımı o zat vasıtasıyla âlem-i İslâm’ın büyük medresesi olan ve o âlimin ihbarıyla şimdi yirmi yedi bin talebesi bulunan Camiü’l-Ezhere hediye olarak o zata verdik.

Hem dedik: Başta Mustafa Sabri ve Ali Rıza ve Mehmed Zâhid Kevserî olarak Nur mecmualarına benim bedelime sahip ve hâmi ve vâris olsunlar ve Arabî’ye tercümeye çalışsınlar, dedik. Mektup da yazdık. O zat aldı gitti.

Umum kardeşlerime ve hemşirelerime selâm ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

Evvela: Hadsiz şükrolsun ki şimdi Ankara içinde küçük bir Medrese-i Nuriye manasında, küçük Saidler ve Nur’un fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dâhiliye Vekaletine ve Nur talebelerine bazı mebuslar söylemiş. Adnan Menderes ile Dâhiliye Vekili pek dostane mukabele edip haber göndermişler ki: “Hiç merak etmesin ve meyus olmasın.”

Ve Afyon’daki gazeteci de: “Ben Emirdağı’na geleceğim ve Üstada iki dileğim var, bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim.” demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir.

Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum.

Umumunuza selâm…

***

Hakikaten Eflani ve Safranbolu aynen Isparta’nın kahramanları gibi Nurlara mütemadiyen çalışıyorlar. Hattâ bu defa Rehberlerin bir kısmında Münâcat yoktu. Eflani az bir zamanda yetmiş adet eski harfle Münâcatı yazıp bize göndermiştir. Biz de o Münâcatları Rehberlerin arkasına ilâve ettik. İnşâallah orada da çok Sungurlar çıkıyor ve çıkacak.

***

Müdafaatın bir hâşiyesidir

Bu mealde adalet-perver Demokratlara istida yazabilirsiniz. Ben hastayım, siz nasıl münasip ise öyle yapınız.

Avukatımızdan bir gün evvel aldığımız mektupta, kitaplarımızın suç mevzuu olan ve olmayanları, hiçbir kanuna uymayan bir tarzda, binler kelime içinde, bir risalede, bir tek kelimeyi bahane edip suç mevzuu yapmak, o risaleyi vermemek suretiyle, Nurların intişarına garazkârane mani olmak fikriyle hem kararnamelerini Mahkeme-i Temyizce bütün bütün bozan kararnamede, suç mevzuu gösterdikleri bizim aleyhimizde olmadığı halde ve müddeiumumînin iddianamesine karşı Hata-Savab Cetveli’nde, seksen bir hatasını ve garazkârlığını kat’î ispat ettiğimiz halde, şimdi aynı garazkârlıkla ve dört yüz sahife Zülfikar Risalesi’ni, birkaç satır tesettür ve irsiyet hakkındaki, yüz bin tefsirin aynı manayı söylediklerine binaen, otuz kırk sene evvel yazılan cümlelerini suç mevzuu yapıp o mecmuayı müsadere edip bize vermemek, dünyada hangi kanun buna müsaade eder?

Hem Afyon’un Mahkemesindeki eserler –tekrarat-ı Kur’aniye ve melekler hakkındaki iki parçacık müstesna olarak– bütün eserler iki sene hem Denizli hem Ankara Ağır Ceza Mahkemesi beraetine karar vererek, içinde suç mevzuu bulamadıkları ve bize iade etmeye karar verdikleri ve aynı eserler Isparta hükûmetinin bir vakit müsadere ile tamamen eline geçtiği halde, tamamıyla sahiplerine iade ettikleri; sonra da Zülfikar’la, Asâ-yı Musa’yı ruhsatsız eski yazı ile neşir bahanesiyle, dört seneden beri müsadere edildikleri ve aynen hiçbiri zayi olmadan yüz yetmiş adet mecmuada bir suç mevzuu bulamadıkları için bizlere tamamen iade ettikleri ve bizim en mühim suçumuz olarak gösterdikleri, eski partinin bir kısım şeflerine hakikat namına itirazımızın yüz misli ziyade şimdi dinî mecmualar, resmî cerideler aynı itirazı şiddetle vurdukları halde, Risale-i Nur’un bir mahrem parçası, şimdiki zamanı tamamıyla tayin ettiği bir hakikatini tefsir bahsinde ispat etmiş ki “Ölmüş bir şeftir.” demiş.

İşte hakikat böyle iken, Afyon Mahkemesi adalet namına değil belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubu ile eski harfle de neşredilen kararnamenin âhirinde, bizi mahkûm etmek için en mühim sebep savcının garazkârlığı sebebiyle mahkeme heyeti demişler ki:

“Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan demişler ve kalplerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar. Onun için mahkûm ediyoruz.” Acaba ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa böyle itiraz da olsa umumî bir dava oluyor. Mahkeme-i adalet buna dair böyle bir hükmü vermek, elbette pek acib bir mana iş içinde var.

Şimdi böylelerin elindeki dört defa Nur eserleri beraet kazandıkları ve şimdi Dâhiliye Bakanı, evvelce Adliye Bakanı üç defa beraetine ve suç mevzuu olmadığına ve bizi mahkûm eden Afyon kararını bozmasıyla, suç mevzuu olmadığına hüküm verdiği halde, şimdi bütün millet, adalet ve şefkat ve diyanete hizmet bekledikleri Demokrat hükûmeti zamanında, eski müstebitlerin dehşetli planlarıyla Risale-i Nur’a karşı garazkârlarının keyfine bırakmak, Demokrat hükûmeti aleyhinde büyük bir hıyanettir. Ve milletin teselli ümidini kırmaktır.

Benim Ankara’da bir vekilim Mustafa Sungur’dur. 17.11.1950 tarihli çektiği telgrafta, umum risalenin bize iadesine karar verilmiş diye müjde verdi. Ve âdil adliye vekili üç defa beraet verdiği ve şimdi de Sungur’un mektubuna göre hem iadesine emir verildiğini ve şimdi telefonla haber vereceğim söyledikleri halde, bu on altı seneden beri aleyhimizde olan iftiralar ve jurnaller hem Eskişehir hem Denizli Mahkemesinde bütün dosyaları Afyon Mahkemesi toplamak ve af kanununun çıkmasıyla ve mahkemelerin beraet vermesiyle o mübarek eserleri, o dosyalar içerisine karıştırarak çürütmek için mahzene atmak ve üç seneden beri bizi aldatan bazı eşhasa Nurların işlerini bırakmamak lâzım geliyor.

Başbakan ve Maarif Bakanı ve Dâhiliye Bakanına bu gayet mühim meseleyi nazar-ı dikkatlerine arz ediyorum.

Said Nursî

***

Papalık Makam-ı Âlîsi

Kalem-i Mahsus Başkitabet Dairesi

Numara:232247

Vatikan

22 Şubat 1951

Efendim!

Zülfikar nam el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekaleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakk’ın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsaraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.

İmza

Vatikan Bayn Başkâtibi

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bütün ruh u canımızla receb-i şerifinizi ve şuhur-u selâsenizi tebrik edip Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den niyaz ediyoruz ki hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandırmaya bu üç mübarek ayı vesile eylesin, âmin!

Sâniyen: Otuz kırk gündür hakiki ehl-i imana bir nevi hücum içinde üç dindar vekilin İslâmiyet şeairini bir derece tamir etmeye meydan vermemek için bir sarsıntı verildi. Hizmet-i imaniye içinde en büyük kuvveti Nurcularda buldular. Bahanelerle onlara fütur vermek, şevklerini kırmak için çok desiseler yapıldı. Tarsus, İstanbul gibi Emirdağı’nda da acib desiseler ile beni hiddete getirip bir gaile çıkarmak istediler.

Halbuki Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle bana fevkalâde bir sabır ve tahammül verildi. Onların da planı zîr ü zeber oldu. Hattâ Afyon’da ve burada üç büyük memurun belki azlolmak ihtimali var. Ve üç vekil de lehimde bulunmuşlar. Demek, inayet-i İlahiye daima bizi himaye ediyor, elhamdülillah. Bu gibi şeyleri merak etmeyiniz. Yalnız ihtiyat her vakit iyidir.

Sâlisen: Risale-i Nur’un manevî avukatı ve bir kahramanı Ahmed Feyzi, İzmir’deki Nur’un teksiri ve intibahkârane İzmir vaziyeti ile Ahmed Feyzi alâkadar olmuş, teksirdeki tashihatı deruhte etmiş. Mehmed Yayla ve Abdurrahman gibi ve yardım eden kardeşler gibi İzmir’de Nur’un teksirinde alâkalarını devam ettireceklerine dair mektubu hapishanede Nur’un küçük bir kahramanı olan Bayram getirdi.

Ve Ahmed Feyzi onunla bir miktar zeytin ve zeytinyağı göndermiş. Ben Abdülmecid kardeşimin hediyesini kabul etmediğim halde Ahmed Feyzi kardeşimi daha ziyade kendime yakın gördüğümden hediyesini kabule mecbur oldum. Fakat kaidem bozulmamak için o hediyeye mukabil benim hesabıma bir Sözler mecmuası, beş tane Cevşenü’l-Kebir, üç tane Nazif’in mektubunda yazdığı bana ait nüshalardan ve İstanbul’dan size gelecek Hizb-i Nuriye’yi ona gönderiniz.

İki Nurcu Ankara’ya gittiler. Hem Başvekil hem Dâhiliye Vekili hem Maarif Vekili lehimizdedir. Ve bize müjdeli haber geldi. Onun için beni merak etmeyiniz. Ben gelen sıkıntıdan manevî sürur duyuyorum.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

(Seyyid Salih’in mektubundan bir parçadır.)

Bu sene on beş talebe birlikte Hicaz’a gidecekler. Hicaz’da olan masraflarını da Hicaz almayacak. Kendilerine düşen masraf çok az bir şey olacak. Dönüşlerinde Salih ile bir iki arkadaşı, İran ve diğer hükûmetleri gezdikten sonra Pakistan’a İslâm Gençlik Konferansına aza olarak gidecekler. Belki bunların yol masrafını hükûmet verecek. Bu hususta emirlerinizi intizar ediyoruz.

Ali Ekber Şah’ı, Said Ramazan’ı, Abdurrahîm Zapsu görmüş; Pakistan’da çok hürmet etmişler. Üstadımız yerine ellerini öptüler, duanızı rica etmişler.

Seyyid Salih

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Evvela: İstifsar-ı hatırla el ve ayaklarınızdan öper, sıhhat ve âfiyetinizi Cenab-ı Hak’tan dilerim ve ziyade muhtaç olduğum duanızı beklerim efendim.

Sâniyen: Bura için merak edecek hiçbir şey kalmadı. 5 Marttaki merak 18 Nisanda ferah buldu. Polis dairesi Nur dairesi oldu. Tarsus savcısı tetkik edip “Bu kitapları geriye verin.” o vakit demişti. Komiser Bey bana “Git, Mersin’dekilerini de al, gel; hepsini bir verelim.” diye beni Mersin’e gönderdi. Mersin Emniyeti “Biz senin kitaplarını Ankara’ya gönderdik, gelirse veririz, gelmezse burada kitabın yok.” dedi. Döndüm tekrar Tarsus komiserine geldim. Komiser Bey boynunu bükerek “Hoca, biz emir kuluyuz; gücenme, kusura bakma. Biz senin kitaplarını emirsiz veremeyiz.” cevabında bulundu. 18 Nisan’da “Kitapların gelmiş. Git, al da gel.” dediler. Hemen gittim. Zülfikar, Sikke-i Tasdik, Tılsım, Afyon Müdafaanızı, Hülâsa bu beş kitaplarımızın Ankara’ya varıp geldiğini, dışındaki sarılı kâğıttan anladım.

Netice: “Kitapların içinde satılmaması için bir şey yoktur.” diyerek bir vesika ile beraber kitaplarımızı elime teslim ettiler. Ben de Komiser Bey’e bir Tılsım mecmuası, Emniyet Memuru Edhem Bey’e bir Hülâsa bir de yeni harfle Tarihçe-i Hayat hediye ettim, çok memnun oldular. Onlar da Nurcu oldular.

Üstadım Efendim! “Bu tarafın vazifesi senin.” demiştin. Ben de söz verdim, Isparta’dan gittiğimde martta gelirim demiştim. Gaziantep ve Maraş’a varamadığım için ruhum “Sen vazifeni tam yapmadın.” diyor.

Üstadım Efendim! Eskişehir’e gitmeden bir sene evvel, ilk görüştüğümüzden üç dört ay sonra rüyada Üstadım hanemize gelmiş idin. Bana dediniz: “Seni bir yere göndersem gider misin?” Ben de “Giderim, efendim!” dedim. Sen de “Seni üç aylık bir yere göndereceğim.” dedin. Ben de hemen yürüdüm. Bana “Dur!” diye emir verdin. Ben de durdum. “Ben sana şimdi git emrini verdim mi?” dedin. Ben hemen uyandım. O zamandan beri merak ediyordum. “Acaba bu sene emir verdi mi ki hem üç aylık yol bize de nasib olur mu ki?” diye gece ve gündüz gözyaşları döküyordum. Demek mukadder şimdi imiş.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Efendim! El ve ayaklarınızdan hürmetle ve hasretle öpüyorum.

Çok kusurlu köleniz Süleyman Kaya

21.4.1951

***

Bu sene Mısır radyosu perşembe gecesi mi’racdan çok bahsetmesinden hem perşembe ve hem de cuma gecesi Mi’rac yaptım.

Sâniyen: Bizden müsadere edilen İşaratü’l-İ’caz’ı Afyon jandarma kumandanlarından birisi hiddet etmiş ki bunun gibi ilmî ve eskiden yazılmış bir eseri ne hakla müsadere ediyorlar. Ve Afyon Müddeiumumîliği iadesine karar vermiş. Ve bize cuma günü ve Mi’rac günü Hayri’yi çağırmışlar ve iade etmişler. Bunu da Tarsus’taki iade misillü Nurların intişarına set çekilmeyeceğine bir işaret-i Mi’raciye diye kabul ettik.

İnşâallah Kur’an’ımızı ve diğer risalelerimizi Afyon’dan alacağız. İstanbul’da savcılığa verilen bir kısım Rehberlerimiz, başta Eski Said’in mühim bir talebesi Avukat Mehmed Mihri ve dava vekili damadı Âsım olarak demişler ki: “Elli avukat ile beraber bu mesele için mahkemeye gireceğim. Fakat inşâallah ona hâcet kalmadan ve mahkemeye düşmeden alacağım.”

Sâlisen: “Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekva” namındaki ve yirmi sekiz sene evvel Meclis-i Mebusana hitaben yazılan ve o vakit tabedilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura yazılan üç maddelik parça, şimdi bu zamanda Ankara’da bazı mebusların nazarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gönderilmiş. Size de bera-yı malûmat gönderiyoruz.

Râbian: Dinar Baraklı köyünden Mehmed Çavuş ve kardeşi bir adamla beraber yanıma geldiler. Pek ciddi gördüm. Sonra bana bir mektubunda bir şey yazıyor ve bir parça mektubunu leffen gönderiyorum.

Bu kardeşimiz bazı şeyler soruyor. Risale-i Nur suallere ihtiyaç bırakmıyor ve benim bedelime her şeye cevap veriyor. Yalnız çocuk taziyesine dair risalede يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ye dair sualinde bir kısım eski tefsirler demişler: “Cennette çocuktan gayet ihtiyara kadar herkes otuz üç yaşında olacak.”

Bunun hakikati Allahu a’lem şu olacak ki: Sarîh âyet وِلْدَانٌ tabiri ifade eder ki feraiz-i şer’iyeyi yapmaya mecbur olmayan ve mesnuniyet cihetiyle de yapmayan ve kable’l-büluğ vefat eden çocuklar cennete lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara, peder ve valideleri onları alıştırmak için teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.

Demek, vâcib olmadığı halde, nâfile nevinden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuz üç yaşında olacaklar, diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm zannedilmiş.

***

Aziz, sıddık, mütefekkir kardeşlerim!

Evvela: Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nur’un mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber’i musırrane medar-ı ittiham tutmaları ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber’deki “Hüve Nüktesi” olduğunu kat’iyen bildim. Çünkü bu Hüve’nin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat’î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından intişarına resmî yasak ile set çekmek için çalıştılar.

Bu Hüve Nüktesi’nin bir gün evvel Medresetü’z-Zehranın erkânlarına bir ders nevinden söylediğim çok noktalarından yalnız üç noktasını sizlere beyan ediyorum.

Birinci Nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.

Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’an’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.

İkinci Nokta: Nur Risalelerinde denilmiş ki: “Kâinatı halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halk eden zat olabilir.”

Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz’î hücceti şudur ki:

Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat’iyen gösteriyor ki şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cetveli namındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kelâmı tam hurufatıyla ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile çeşit çeşit şive ile keza hiç tagayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur’an’ı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa elbette bu mu’cize-i kudret vücuda gelmeyecek.

Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin, sem’ ve basarın sahibi bir zatın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadîr-i Mutlak’ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar.

Yoksa temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.

Üçüncü Nokta: Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve ispat eder.

Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar büyük ve geniş delillerle, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in manevî mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikati izahatıyla ispat etmesi içindir ki müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو‌ demeye mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatin daimî huzuru bulmak için‌لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو‌ dedikleri gibi o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor. Belki وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ parlak hakikatinin kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:

Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususi dünyasını لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو‌ diye inkâr etmekle, terk-i mâsiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat de yine daimî marifet ve huzuru bulmak için‌لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو‌ deyip kendi hususi dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi bu zamanda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsiyle tezahür eden وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var.

İşte Hüve Nüktesi’yle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki Kur’an-ı Hakîm’in i’cazıyla bu hakikat tafsilatıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikate bir nâşir olmuşlar.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: İşte mühim bir numunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensupları hem Kastamonu’da hem Isparta’da hem Eskişehir’de Risale-i Nur dairesini kendi tarîkat daireleri telakki etmişler ki onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekellah!