Bağdat’ta çıkan, ehemmiyetli, siyasî bir ceride olan “Eddifa” gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir diyor ki:

Nur talebelerinin mürşidi olan Bedîüzzaman Said Nursî hakkında “Eddifa” gazetesini okuyanlar benden soruyorlar: “Türkiye’deki Nur talebelerinden ve Üstadları olan Said Nursî’den bize malûmat ver.” diyorlar. Ben de bunlar hakkında kısa bir cevap vereceğim. Çünkü Üstadın, Nur’un ve Nur talebelerinin Araplarda hakkı olduğu için Araplar onlardan ciddi bahsetsinler. Zira İslâmiyet’in madde-i esasiyesi olan Araplar, Risale-i Nur’dan ziyadesiyle fayda görmeye başlamışlar.

Bu Nur talebeleri Risale-i Nur’la hem Türkiye’de hem bilâd-ı Arap’ta komünistliğe karşı muhkem bir set tesis ediyorlar.

Risale-i Nur ise öyle geniş bir mikyas ile intişar ediyor ki değil yalnız Türkiye’de ve bilâd-ı İslâmiyede, hattâ ecnebilerde de iştiyakla istenilir oluyor. Ve Nur’un talebelerinin şevklerini hiçbir şey kıramıyor. İşte Nur talebeleriyle Nur Risaleleri ve onların bu büyük hizmet-i Kur’aniyeleri Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyeyi takdir ve tahsinle karşılıyor. Bütün Irak ahali-i müslimesi ki Arap, Türk, Kürt, İran, bu İslâmî hizmeti ve kudsî mücahedeyi kemal-i ferah ile karşılıyorlar. Ve Türkiye’deki Türk kardeşlerimiz, Garb’ın yanlış tesiratlarına karşı bunlarla mukavemet gösteriyorlar kanaatindedirler.

İsa Abdülkadir

***

Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için o surî konuşmak yerine bu mektup, benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum:

Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bi’l-misile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar, burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp masumları himaye için canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:

Mesela, bir hanede veya bir gemide bir masum ile on cani bulunsa hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için gemiye ve haneye ilişmemek lâzım tâ ki masum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on cani yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakiki dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidane bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Şimdi Adnan Menderes gibi “İslâmiyet’in ve dinin icablarını yerine getireceğiz.” diyene ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir:

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak bir cani yüzünden kırk masumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp –evvelkisi gibi– bir cani yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara hem hükûmet aleyhine hem bîçare Türkler aleyhine hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakiki kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Mesela, İslâmiyet milliyeti ile dört yüz milyon hakiki kardeşin her gün اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ dua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana hem hükûmete hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatadan çekinirler.

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsâr ile tahakkuk ediyor. Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’aniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi size de yükleyecekler. Hem size hem vatana hem millete telafi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

Üçüncüsü: İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatidir. Yani hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup hariçteki düşman def’oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki:

Benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir salih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük salih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

Hem şimdi birisi hem ramazan-ı şerife hem şeair-i İslâmiyeye hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir. Bu acib halin sırrını gördüm ki kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha cani görmek ve göstermek istiyorlar.

İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû-i kasd hükmündedir.

Daha yazacaktım fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.

Said Nursî

***

Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatin hâşiyesini tekrar takdim ediyoruz

Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz, keyfî kanunları ve sû-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî Meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm’ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Ezan-ı Muhammedînin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve hâlen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilan etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahatleri onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Samsun Mahkemesinden Sorgu ve Savcının Büyük Cihad’da intişar eden bir şekvama dair beni Samsun Ağır Ceza Mahkemesine vermelerine dair bir davetiye geldi. Bana okudular. İçinde yalnız dört nokta nazar-ı ehemmiyete alınabilir gördüm:

Birincisi: Büyük Cihad’ın müdür-ü mes’ulü mahkemede müddeiumumîye demiş ki: “Said Nursî o makaleyi bana göndermiş. Ben de neşrettim.”

Bu meselenin hakikati şudur: Ben hasta iken Emirdağı’ndaki kardeşlerim yanıma geldiler. Emirdağı’nda başıma gelen zalimane hâdiseye dair konuştuk. Hem hastalıklı hem hiddetli hem Ankara’ya şekva suretinde bir şeyler söylemiştim. Yanımdaki hizmetçim kaleme aldı. Nur talebelerinin tensibiyle Ankara’daki bir iki Nur talebesine gönderip tâ bazı dindar mebuslara göstersinler. Bu hastalığımda bana sıkıntı verilmesin. Hem gönderilmiş. Bazı mebuslar da görmüş. Ve bilmediğimiz bir zatın hoşuna giderek Büyük Cihad müdürüne göndermiş. Ben kasem ederim ki o zamandan şimdiye kadar bilmiyorum ki kim göndermiş. Fakat neşrolduktan sonra bir nüsha buraya gelmiş. Yeni harfleri bilmediğim için bana birisi okudu. Ben memnun oldum. Allah razı olsun neşredenlere dedim. Gerçi otuz beş seneden beri siyaseti terk etmişim. Fakat Büyük Cihad gibi hâlisane dine hizmet eden o cerideye ve onun sahip ve muharrirlerine din namına minnettar oldum ve Allah razı olsun dedim. Haberim olmadan ve para da vermeden daima bana o mübarek gazete gönderiliyordu.

İkinci Nokta: Benim Samsun’daki Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmekliğime dairdir. Bu noktada bunu kat’iyen beyan ediyorum ki Samsun havalisinde hususan Büyük Cihad dairesine mensup, mübarek âhiret kardeşlerim ve Nur talebelerini ziyaretle görmek için oraya gitmek isterdim. Fakat doktorların raporlarıyla kat’î iktidarsızlığım o dereceye gelmiş ki beş dakikalık karşımdaki, bu meselenin başlangıcı ve esası olan mahkemeye, bir buçuk senedir bana haber verdikleri halde gidemiyorum. Mecburiyetle müddeiumumî ve hâkim vazifesini gören sorgu hâkimi yanıma geldiler. Medar-ı sual ve cevap Büyük Cihad gazetesini de getirdiler. Gazetenin bazı sözleri benim sözlerim içine karıştırılmış. Ben de onlara cevaplarını vermiştim. Eğer faraza Ağır Ceza bu ehemmiyetsiz meseleye ehemmiyet verse benim mahkememi Eskişehir’e nakline müsaade etsin ki orada sıhhiye heyetinden iki aylık raporlu zehir hastalığı ile şiddetli hasta bulunduğumdan bizzat bulunabilirim. Yoksa imkânı yoktur.

Üçüncü Nokta: Savcı ve Sorgu Hâkimi 163’üncü maddeye dayanıp Said Nursî’yi dini siyasete âlet ve asayişe zararlı propaganda diye itham ediyorlar. Bu noktanın hakikatini yirmi dokuz senedir beş altı mahkeme ve beş altı vilayetin zabıtaları ve 133 parça kitaplarımı ve binlerce umum mektuplarımı elde ettikleri halde ve dinsiz komitelerin tahriki ile safdil bazı memurları aldatmalarıyla kat’iyen iki meseleden başka medar-ı mes’uliyet bulmadıklarına delil:

İki sene bütün mektuplarım ve kitaplarım Denizli Ağır Ceza Mahkemesiyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesi ve Mahkeme-i Temyiz de müttefikan hem benim beraetime hem bütün kitapların iadesine karar vermeleri ve beş altı vilayette yalnız tesettüre dair bir âyetin tefsiri bahanesiyle bir tek mahkeme hafifçe ceza vermek istedi. Kat’î ve kuvvetli cevabıma karşı mecburiyetle meseleyi kanaat-i vicdaniyeye çevirdiler. Demek onlar da medar-ı mes’uliyet bulamadılar. Bu noktayı izah için Afyon Mahkeme Reisine gönderdiğim istidayı size de bera-yı malûmat gönderiyorum.

Elhasıl: Aynı nakarat beş altı mahkemede tekrar edilmiş ve medar-ı mes’uliyet bulamamışlar. Şimdi Samsun Savcısı ve Sorgusu yirmi sekiz seneki nakaratı aynen tekrar ediyorlar: “Şahsî nüfuz temin için propaganda yapıp dini siyasete âlet ediyor.” Beş mahkemede dört yüz sahife kadar olan cerh edilmemiş müdafaatıma, benim bedelime havale ediyorum. Beni konuşturmaktan ise ona baksınlar.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Samsun’dan gelen tebliğnameye karşı kısaca cevabımı Samsun Heyet-i Hâkimesine takdim ediyorum:

Birincisi: Ben makalemi kendim göndermemişim. Bütün buradaki dostlarım biliyorlar.

İkincisi: Benim gizli düşmanlarımın sû-i kasdıyla zehir tesemmümü ile şiddetli hastalığımdan yanımdaki camiye on defada ancak bir defa gidebiliyorum. Bu Samsun Mahkemesini yakınımızdaki Eskişehir’e naklini kanunen talep ediyorum.

***

Gayet Ehemmiyetli Bir Hâdise, Bir İstida ve Bir Şekvadır

Pakistan’da çıkan “Essıddık” namındaki mühim bir mecmua elimize geçti. Baktık ki elli sahifelik o mecmuanın yarısına yakın kısmı Risale-i Nur’un bazı makaleleridir. Ve bilhassa başında Risale-i Nur’dan Yirmi İkinci Mektup’un Birinci Mebhas’ını gayet ehemmiyetle ve takdir ile âlem-i İslâm’a اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ âyetine bir davetname hükmünde yazdığını gördük. Şimdi o Arabî mecmuanın tercüme ettiği risalenin aslı olan Türkçesini efkâr-ı âmmeye, hususan bu hükûmet-i İslâmiyenin reislerine ve mebuslarına bir sene evvel verildiği gibi yine bera-yı malûmat takdim etmek için iki üç sebep var:

Birincisi: Risale-i Nur’dan Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında yazılan kat’î yüzer işaratın ve emaratın delâletiyle ve çok hâdiselerin o delâleti tasdiki ile sabit olmuş ki:

Risale-i Nur, manevî tahribata ve anarşilik ve Bolşevizm, tabiiyyun ve maddiyyunluğa ve şükûk ve şübehata ve küfr-ü mutlaka karşı bir sedd-i Kur’anî hizmetini bihakkın îfa etmesiyle bu vatanı bu tehlikeli dünya fırtınası içinde muhafazaya bir vesile olduğu ve bir sadaka-i makbule hükmüne geçip İkinci Harb-i Umumî’nin belasına ve başka memleketlerde vuku bulan belaların bu memlekete girmesine mümanaatla manevî bir siper teşkil ettiği bedahetle aşikâr olmuştur. Bu müddeayı Risale-i Nur’a nazar eden en muannid feylesoflar da tasdik etmeye mecbur kalmışlardır.

İşte o Risale-i Nur beş yüz bin talebesiyle ve altı yüz bin nüshasıyla herkesin kalbinde iman dersiyle bir yasakçı bırakıp asayişi temin etmekle وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى yani birinin günahıyla başkası mes’ul olamaz diye olan Kur’an’ın bir kanun-u esasîsini tatbike çalışmasıyla ve milyonlarla okuyanlar içinde hiçbirisi onu okumaktan zarar görmemesiyle bu zamanda bir mu’cize-i Kur’aniye ve bu vatan ve millet için bir vesile-i def’-i bela olduğu ispat edildiği halde ve yirmi beş seneden beri gizli, ifsadcı, anarşi hesabına çalışan komiteler desiseleriyle mahkemeleri aleyhine sevk edip çalıştıkları ve beş vilayette beş büyük mahkeme Risale-i Nur’un eczalarını inceden inceye tetkik edip medar-ı mes’uliyet bir tek nokta bulamayıp beraet verdikleri ve sonra da yirmi yerde yirmi adliye ayrıca alâkadar olup mûcib-i mes’uliyet bir cihet olmadığından suç yok, diye karar verdikleri ve Afyon Mahkemesi de iki defa iadesine karar verdiği halde risalelerin iadesini ve tamam intişarını iktiza eden kanunî, hukukî esbab-ı mûcibe mevcud iken, beş seneden beri gizli komitelerin aldatmaları ve desiseleriyle ve bahanelerle Afyon Mahkemesinde beş senedir o mübarek risalelerin sahiplerine teslimi tehir edilmektedir.

Halbuki büyük emniyet dairelerince, zabıtaca sabit olduğu gibi; yüz binler Nur talebelerinde ve yüz binler Nur nüshalarında hiçbir zarar, bir vukuat görülmemesi, kaydedilmemesi gösteriyor ki Risale-i Nur asayişin temel taşına hizmet eden bir sadaka-i makbule hükmündedir. Maddî ve manevî tehlikelerden bu memleketi muhafazaya vesile olduğu tahakkuk eden bir hakikat-i Kur’aniyedir.

Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir parçası olan ve binler gençleri vatan, millet ve asayişin menfaatine terbiye eden Gençlik Rehberi’nin mahkemesi dolayısıyla Üstadımız hasta halinde iki defa İstanbul’a mahkemeye gidip yüz yirmi polisin kalabalığı dağıtmaya çalıştığı o mahkemede Gençlik Rehberi’nin hem müellifine hem nâşirine ittifakla beraet ve ayrıca Rehber’in de içinde bulunduğu umum risalelere beş mahkeme beraet vermişken; on beş günde teslimi lâzım gelen Gençlik Rehberi’nin on beş aydan beri teslim edilmemesi ile Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri beş ayda beraet ve iadesine karar verdikleri halde, Afyon Mahkemesi beş sene teslimi tehir etmesiyle ve Diyarbakır havalisine, vilayat-ı şarkiyeye iman, din ve asayiş noktasında yüz vaiz kadar menfaati bulunan bir zatın kendi parasıyla aldığı hususi Nur nüshalarını –haklarında beş mahkemenin beraet kararı olmasına rağmen– müsadere edip vatana, millete faydalı hizmetine mani olmasıyla o sadaka-i makbule hükmündeki vesile-i def’-i bela bu suretle gizlendiğinden, bir buçuk milyar lira zarara vesile olan bu bela fırsat buldu, geldi denilebilir.

Eğer beş mahkemenin ve İstanbul’un verdiği beraet neticesiyle o Gençlik Rehberi intişar etseydi, onun dersiyle intibaha gelen ve gelecek olan Müslüman gençler elbette başkalarının veyahut ihtilalcilerin ifsadına meydan vermeyerek bir buçuk milyar lira zarardan bu milleti kurtarmaya sa’y ü gayret edecek idiler. Bir buçuk milyar liralık bu lekenin zuhuruna meydan vermeyecektiler.

Evet Üstadımız, Eski Harb-i Umumî’de Rusya’daki esaretinde anlamış ki manevî tahribat ile gençleri ifsad eden tehlike memleketimize de gelecek diye telaş edip bütün kuvvetiyle o vakitten beri tahribat-ı maneviyeye bir siper olmak için Gençlik Rehberi gibi çok eserler yazdı. Kur’an-ı Hakîm’in derslerini neşretti. Lillahi’l-hamd pek çok gençleri kurtarmaya vesile oldu… Şimdi ehl-i siyaset madem müsalemet-i umumiyeyi ve ittihad-ı milleti istiyor; çabuk, Pakistan’ın dahi ehemmiyetle nazara alıp ve Essıddık mecmuasında neşrettiği risalenin intişarına müsaade etsin.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Kur’an-ı Hakîm’in bir kanun-u esasîsi olan وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى sırrıyla; birisinin hatasıyla başkası, hattâ kardeşi de olsa mes’ul olamaz. Şimdi yüz otuz risalede bir tek risalenin yüz sahifesinde bir sahife muannid insafsızların nazarında hata bile olsa o yüz bin sahife olan yüz otuz kitabı mes’ul edecek dünyada bir kanun var mı? Halbuki bu otuz sene zarfında beş mahkeme aynı kitaplara beraet vermişler. Hem Malatya Meselesi münasebetiyle yirmi mahkeme de alâkadar olmuştular. O yirmi mahkeme bir suç bulamıyoruz dedikleri halde ve altı yüz bin nüshası dâhilde ve hariçte intişar ettiği halde hiç kimseye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mektep içinde Nur’un dershanesi diye ayırdıkları yerde Hristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâm’da gayet takdir ile intişar etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan Essıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine göndermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakiki bir vazifesidir.

Diyanet Dairesi, Meşihat-ı İslâmiye gibi yalnız Türkiye’nin din muallimi değil belki umum âlem-i İslâm’a Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet Dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, sû-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı sû-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i İslâm’ın her tarafında belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet Dairesini hem şerefini muhafaza ediyor hem âlem-i İslâm’a karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zarurî olduğunu, bu noktayı ehl-i vukuf tam nazara alsınlar. Onun için bîçare Said Nursî ve Nur talebelerinden yüz derece ziyade Diyanet Riyaseti azaları, hocaları alâkadar olmak lâzım. Tâ ki Risale-i Nur dinsizlerin taarruzlarına karşı muhafaza ve himaye edilsin. Mükerrer beraetler verildiği halde intişarına mani olan desisecileri susturmak lâzım…

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Ankara’da bir kardeşimizden Asâ-yı Musa ve Gençlik Rehberi’ni bahane ederek umum Nur risalelerini almak için gelmişler. O kardeşimiz Ağır Ceza Mahkemesinin Asâ-yı Musa hakkındaki beraet kararını gösterince Asâ-yı Musa’yı almaktan vazgeçmişler. Buldukları ve götürmek üzere gözlerinin önüne koydukları on kadar Gençlik Rehberi’nin de üzerine kendileri farkında olmayarak bazı kitaplar koymuşlar. Giderken Gençlik Rehberi’ni de ne kadar aramışlarsa da bulamamışlar. Bu suretle Gençlik Rehberi kendi kerametiyle kendini muhafaza etmiş. Asâ-yı Musa ve Gençlik Rehberi hariç, birer tane aldıkları mecmua ve risaleleri de emniyetten tekrar iade etmişler.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Heyet-i Vekile’ye ve Tevfik İleri’ye,

Arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi: Ben hasta olmasaydım ben de o mesele için vilayat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem elli beş seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyet’ten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.

Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî dârülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara hem Sultan Reşad’a dedim ki:

“Şark böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı, o medrese yeri istila edildi. Ben de dedim ki: “Öyle ise o yirmi bin altın lirayı Şark Dârülfünununa veriniz.” Kabul ettiler.

Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van Gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.

Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Hareket-i Milliye’ye hizmetimden dolayı Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu dârülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar yirmi bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” Onlar yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim: “Bunu mebuslar imza etmelidirler.”

Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usûlü ile sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Garplılara benzemek lâzım.”

Dedim: O vilayat-ı şarkiye âlem-i İslâm’ın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiya Şark’ta ve ekser hükema Garp’ta gelmesi gösteriyor ki Şark’ın terakkiyatı din ile kaimdir (Hâşiye[1]). Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da Şark’ta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz.

Şimdi ben zehir hastalığı ile ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi Ankara’ya gidip Şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.

Yalnız otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tabedilen Münazarat ve Saykalü’l-İslâmiye namındaki eserim elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden Risale-i Nur’un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve Maarif Dairesine arz edip bu meselede muvaffakıyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu bîçare Said’e bedel Risale-i Nur’a himayetkârane sahip çıkmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Çok hasta, çok ihtiyar, garib, tecrit içinde Said Nursî

***

Doğu Üniversitesi Hakkında Tahrifçi Bir Gazeteye Cevaptır

Muhalif bir partinin şiddetli ve tenkitçi tarafından bir mensubu, yani Ulus’un 1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan Atatürk Üniversitesi hakkındaki makaleye cevap hükmünde o üniversitenin hakikatini beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu dârülfünunun küşadına Üstadımız Said Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. Üstadımız İttihatçılara muhalif olduğu halde onlar ve Sultan Reşad bu dârülfünunun inşası için 19 bin altın tahsis etmiş, Van’da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumî’nin vukuuyla geri kalmıştı.

Sonra devr-i cumhuriyetin iptidasında Üstadımız Said Nursî’nin Ankara’da Meclis-i Mebusana istenilmesiyle Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti. Orada Üstadımız o zamanın idaresine tam muhalif ve siyaseti bütün bütün terk ettiği ve bazı cihetle de muhalif olduğunu ve dünyanıza karışmayacağım dediği ve hattâ Mustafa Kemal’e “Namaz kılmayan haindir.” dediği ve onun teklif ettiği büyük servet, maaş, Şark Vaiz-i Umumîliği gibi büyük tekliflerini kabul etmediği halde, Şark Dârülfünununun tesisi için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa Kemal’in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti. Demek ki şarkın en mühim meselesi, o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve manevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi.

Bu Şark Üniversitesinin o cihan-şümul kıymet ve ehemmiyetini bir bahr-i ummandan bir katre takdim eder misillü iki üç nokta olarak arz ederiz:

Birincisi: Bu dârülfünun hem İran hem Arabistan hem Mısır ve Afganistan hem Pakistan ve Türkistan ve Anadolu’nun merkezinde bir kalp hükmündedir. Ve hem bir Camiü’l-Ezher, bir Medresetü’z-Zehradır.

İkincisi: Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükûmet-i İslâmiye musalahat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için Yugoslavya’ya tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki tesis edilecek Şark Dârülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraet kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği asayiş ve emniyettir ki İslâm memleketlerinde hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dâhilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

İşte nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur –emniyet ve asayişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbab bulunmasına rağmen– asayişi temin etmesi gösteriyor ki o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat manevî olduğu için ona mukabil tamirci manevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak üniversitenin mebde ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir set teşkil etmesidir. O manevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevî bir atom bombası olmuş.

Üçüncüsü: Evet, Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâm’ı ve tâ bütün Asya’yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek istiyor. Halbuki bu mesele en yüksek terakki ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye, bazı şeair-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde tarihlerde kemal-i takdir ve tahsinle yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır.

Bu meselenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihan-değer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri

***

Mahkememizin tehiriyle işlerin Ankara Mahkemesine havale edilmesinde çok hayır var. Şimdi hem Isparta Mahkemesi hem Van’da Molla Hamid’in ve Diyarbekir’de Mehmed Kaya’nın kitaplarının iadesi ve Afyon, hepsi Ankara’ya bakıyor. Ankara’da olacak hayırlı bir netice ile inşâallah her tarafta birden işlerimiz halledilmiş olacak. Hem böyle bir vakitte Nurlardaki hakaik-i imaniyeye, hususan Ankara’da nazarların çevrilmesi lâzımmış. İnşâallah bu meselemizin oraya gönderilmesi, mühim bir intibaha vesile olacak.

Kardeşiniz Zübeyr

***

Üstadın Ziyaretçilere Dair Bir Mektubu

Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:

Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi otuz kırk senedir tarassud ve taarruza maruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve manevî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış hem manevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi manevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Manen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan olarak bana manevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men’edildim. Bazı beni hasta eder. Maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.

Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek; âhiret, iman, Kur’an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur’an için ise Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hususan Tarihçe-i Hayat’taki mektuplar. Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına ve neşriyatına ait bazı kimseler için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir ve bana sıkıntı vermez.

Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki birkaç senedir ceridelerle ilan etmişim ki benimle görüşmek isteyenleri hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri, hususi dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler…

Said Nursî

***

Çok muhterem kardeşimiz Salih,

Üstadımız sana ve iki dindar ve hakiki milletvekillerine çok selâm ve dua eder, sana ve onlara “Bin bârekellah” der.

Üstadımız diyor ki:

Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu’nun hem Arabistan’ın hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki Seyyid Salih gibi gençliğin bir kahramanı ve o havalinin çok kıymettar ve hamiyetkâr ve dindar iki milletvekili Nurlara sahip çıkmaya başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar tarafından istedikleri halde, ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum. İnşâallah bir kısım daha onlara göndereceğim.

Seyyid Salih ve hamiyetkâr milletvekilleri orada inşâallah Kur’an ve imana tam hizmet edecek ve orayı Isparta’daki Medresetü’z-Zehra ve Mısır’daki Camiü’l-Ezherin küçük bir numunesi haline getirmeye vesile olmaya ve Şam ve Bağdat’taki medrese-i İslâmiyenin bir numunesini açmaya yol açmalarını rahmet-i İlahiyeden ümit ediyoruz.

Hem madem Risale-i Nur’un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise İbrahim Halilullah’ın bir menzilidir. İnşâallah hıllet-i İbrahimiye parlayacaktır. Hem ihtimal-i kavîdir ki bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum.

Üstadımızın sözü bitti. Biz de tekrar selâm ve arz-ı hürmet ederiz.

Risale-i Nur hizmetinde bulunan kardeşiniz Ziya ve Mehmed

Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum. Ve bütün Urfalılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım. Onlar da bana dua etsinler.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.”

Sonra aynı talebe tâli’sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onun ile görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfızî bir Kürt’ü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyetine çevirdim.

Sonra Meclis-i Mebusandaki bana muhalefet eden mebuslara dedim: “O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilayetlerinde din tedrisatına a’zamî ehemmiyet vermek lâzım.” O vakit bana muhalif mebuslar da çıkıp o lâyihamı yüz altmış üç mebus imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir istidayı, elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış.