بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim!

Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.

Evvela: Hürriyet’in üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Gevdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebuzziyada tabedilen, kırk bir sene evvel tabedilmiş fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim.

Anladım ki Eski Said, acib bir hiss-i kable’l-vuku ile otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve maneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medeni perdesini kendilerine maske yapan ve vatan-perverlik perdesi altında dinsiz ve hakiki bedevî ve hakiki mürteci yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.

Sâniyen: O matbu eserin yüz beşinci sahifeden tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti.

Dedi: “Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak.”

O vakit, ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakki dünyası olsun, yalnız bizim için mi tedenni dünyasıdır? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitane benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temaşa eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed vs. size hitap ediyorum.

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.

Yani İhtiyar Risalesi’nin On Üçüncü Rica’sında beyan ettiği gibi Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezar taşı olmuş. Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz, demektir.

Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin yüz kırk yedinci sahifeden tâ yüz elli yedinci sahifeye kadar Medresetü’z-Zehranın tesisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış.

Bir fâl-i hayırdır ki yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılması ile Maarif Vekili Tevfik, Van’da Şark Üniversitesi namında Medresetü’z-Zehrayı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celal dahi mühim meseleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor.

Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.

Birincisi: Eski Said bir hiss-i kable’l-vuku ile iki acib hâdiseyi hissetmiş fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikate bakmış. Hakikatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:

Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek.” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

İşte Nur’un zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı hem Eski Said bir derece haklıdır.

Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve manen daha geniş olması; Eski Said’in o rüya-yı sadıka gibi olan hiss-i kable’l-vuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sümbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.

İkinci Hakikat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, İşaratü’l-İ’caz’ın baştaki ifade-i meramında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki: Hem maddî hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler diyordu. Hattâ hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezherin Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (rh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ

Said cevaben demiş:

اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?

O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahît’e söylemiş.

O allâme zat demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.

İkinci tevellüd de inşâallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.

Üçüncü Hakikat: Hem Eski Said hem Yeni Said, hem maddî hem manevî büyük bir hâdise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’l-vuku ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Halbuki o his ile nur meselesinin aksi ile gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu İkinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tabir ediyor ki:

İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki manevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i maneviye-i İslâmiye manen o İkinci Harb-i Umumî’den daha dehşetli olmasından Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tabir ediyor ve o hiss-i kable’l-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o muteriz ehl-i velayeti zahiren haklı fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın itirazını tam reddediyor.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Evvela: Medresetü’z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da: Umum kâinat mevcudatı hesabına Mi’rac Gecesinde, Fahr-i kâinat ve netice-i hilkat-i âlem Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, huzur-u İlahîde nev-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlukat namına selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demesi ve içinde bir küllî mana bulunduğundan bütün ümmet her gün çok defa namazlarında zikretmesi ile ve ehl-i iman içinde, her bir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu ve bundan evvel “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun hârika mu’cizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:

Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususi dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususi dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur’aniyeden anlaşılır diye; Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı’nda ilm-i İlahî mebhasındaاَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ … اِلٰى اٰخِرِ nin küllî manaları ruhuma gelip öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayalime hususi dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Her bir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.

Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.

Sonra herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.

Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi’rac Gecesinde, netice-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekellah dediren bütün haletler ve sanatlar Zat-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ leri Cenab-ı Hakk’a, huzuruyla hediye ediyor.

Sonra herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Cenab-ı Hakk’a اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”

Çünkü “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde denildiği gibi: Ya hüve kadar bir avuç havanın her bir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak her şeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tammeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle o zerrelerin her biri, Sâni’-i Hakîm’i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.

Demek, zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden, mi’rac-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâmda اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.

Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden nâr ile nur unsuru yani hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor.

Yani “Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı a’zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal’e mahsustur.” diye nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak Fahr-i kâinat aleyhissalâtü vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Çünkü maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber hem ayrı ayrı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar numuneleri var.

Evet, nur ve nâr unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o numunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zat-ı Kadîr-i Zülcelal’indir. Çünkü nur, aynen vücud ve hayat gibi kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki “Hüve Nüktesi” hâşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar numunelerinden iki küçük numunesinden:

Birisi: Manevî nurun –ilim suretinde– beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.

İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-i manevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza; Levh-i Mahfuz, bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak’ın ilim ve hikmet ve kudreti ile o Levh-i Mahfuz’un bir numunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.

İkinci cüz’î ve küçücük bir numunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lambasının acib vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil, ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber; birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar bunu, bir sofestaîye de kabul ettiremezler (Hâşiye[1]). Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan ve Nuru’n-Nur ve Hâlıku’n-Nur ve Müdebbiru’n-Nur olan Kadîr-i Zülcelal’in ve Allâmü’l-guyub’un ve Alîm-i Mutlak’ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak. İşte bu iki numuneye kıyasen hadsiz numuneler var.

İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zat-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi; netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) dahi namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm biadedi zerrati’l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra –Risale-i Nur’da izah edildiği gibi– Cenab-ı Hak اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emir ve ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَ عَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحٖينَ demekle, o kudsî selâmı hem kendine hem ümmetine hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip bütün mahlukatın mebusu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.

Ümmeti ise her namazda اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.

Evet her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim olduğu gibi; hanesinin harap olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususi dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.

İşte aklı başında her bir adam ruhsuz, kalpsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın Mi’rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın cennetteki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına hem mahlukatın hakiki kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakikatin lisanı ile derler. Ve ümmet mabeyninde şeair-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuâı olmasındandır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve Leyle-i Regaibinizi ve Leyle-i Mi’racınızı ve Leyle-i Beratınızı ve Leyle-i Kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve her bir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.

Sâniyen: Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu bana çok acımamak için haber veriyorum. Fakat yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum.

Evet, şimdi Siracünnur başındaki münâcatı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı, bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi görmeyip; dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlak’ın, her şeydeki marifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.

Mesela, bir tek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi; manevî ve makbul hakikatlerin bir yazar bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib bir mu’cizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nâzırdır ki hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.

Demek, bütün esbab toplansa tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet hârika sanata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp muvakkat kendilerini aldatıyorlar.

Mesela, On Dördüncü Söz’ün Zeyli’nin hâşiyesinde denildiği gibi: Pek çok mu’cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam, o odun parçasını gösterip dese “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat ve dalalette bir hurafet ve hezeyan olduğu gibi…

Aynen öyle de çam ve incir ağacı gibi binler hârika sanatları tazammun eden bir mu’cize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeği gösterip: “Bunlar bundan olmuş.” demek veya küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlahiyenin bir muaccel (Hâşiye[2]) numunesi ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmaniyeye radyo namını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücatı namını vermek ile o yüz bin nimetlere küfran perdesini çekmek –aynen o misal gibi– maddiyyunların ve ehl-i dalaletin hadsiz bir divanelikleridir ki hadsiz bir cinayet olup hadsiz bir azaba onları müstahak eder.

İşte kardeşlerim, hakikaten bugün Siracünnur’un başındaki münâcatı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için birden o münâcatın hakikatlerine karşı –güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi– birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi o malûm âdetler perde olamadı. Kemal-i şevk ile tam istifade edip okudum. Pek hârika gördüm.

Ve anladım ki: Gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp Siracünnur’un âhirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki münâcatın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehber’deki Hüve Nüktesi gibi bu münâcat da Siracünnur’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.

Sâlisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki Nurculardaki tam ihlas ve hakiki sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nur’un fütuhatları oluyor.

Mesela, Isparta’dan buraya yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki yalnız bu meselede ve yalnız Rehber’e ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza muhtaç, hasta kardeşiniz Said Nursî

***

Nur Âleminin Bir Anahtarı’nın Bir Hâşiyesi

Bu Nur Anahtarı’nın radyo bahsine dair, iki üniversiteli ile bir gün hareket etmekte olan, hiçbir telle bağlı bulunmayan bir otomobilde bulunan radyo ile uzakta bir mevlid-i şerif dinliyorduk. O iki Nurcu üniversitelilere dedim:

Nur’da dahi hayat, vücud gibi doğrudan doğruya kudret-i İlahiyenin perdesiz tecellisi bedahetle göründüğüne bir delil budur ki:

Şimdi bu makinecikteki tırnak kadar bir hava, manevî az bir nur, yalnız bu mevlidden gelen kelimeleri dinler, söyler değil belki binler, milyonlar kelimeleri aynı anda dinler, söyler ki binler istasyondaki ayrı ayrı kelimeleri şimdiki işittiğimiz kelimeler gibi işitir ve işittirebilir, bize söyleyebilir. Demek en cüz’î en küllî olur.

Hem o küçücük, parçacık hava, küre-i hava kadar vazife görür. En küçük, en büyük küre-i hava kadar büyür.

Eğer cilve-i kudret-i ezeliyeye verilmezse öyle acib bir hurafeli tezat olur ki hiçbir hayale gelmez. Bir şey zıddına inkılabı muhal olduğundan böyle binler derece en cüz’î, zıddı olan en küllî olmak; en küçük, en büyük olmak; en camid, cahil, şuursuz, âciz; en muktedir, en dirayetli ve iradetli ve şuurlu olmak lâzım gelir ki yüzer tezat ve muhaller ve hurafetler içinde, emsali bulunmaz bir hurafedir.

Demek, bilbedahe kudret-i ezeliyenin bir cilvesidir. Ve o cilveyi küre-i havada umumen temsil eden bu gelen hadîs-i şerifin meali gösteriyor. Şöyle ki:

“Bir melaike var, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor.” Altmış dört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek küre-i hava, bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, hava sahifesinde yazılıyor.

Küre-i hava diyor ki: “Bu hadîs, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi; ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hazır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”

On Üçüncü Söz’de hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefeyi muvazene bahsinde denilmiş olan meselenin meali budur ki: Felsefe-i insaniye, gayet hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyenin mu’cizat-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o hârika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç etmiş hususi bazı cüz’iyatı görür, ehemmiyet verir.

Mesela, hilkat-i insaniyedeki kudret mu’cizelerini görmüyor, ehemmiyet vermiyor. Fakat kaideden çıkmış iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp istiğrab ve velvele-i hayret ile nazar-ı dikkati celbeder. Küllî, umumî mu’cizatı âdet perdesinde saklar. Cüz’î ve kanundan çıkmış ve taifesinden ayrılmış maddeleri medar-ı ibret yapar.

Hem mesela –hayvandan, insandan– yavruların pek hârika, pek mu’cizatlı iaşelerini âdi görüp ehemmiyet vermiyor. Fakat bir vakit Amerika’da bir gazetenin neşrettiği gibi; taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış, denizin dibine girmiş bir böceğin, bir yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar, şaşaa ile ilan etmişler.

Halbuki en cüz’î bir yavruda, memedeki âb-ı kevser gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizat-ı rahmet ve ihsan var. Felsefe-i beşeriye görmüyor ki şükür etsin. O Rahmanu’r-Rahîm’i tanısın, şükür ile mukabele etsin.

İşte hikmet-i Kur’aniye, o âdiyat perdesini yırtar. O küllî, umumî hârika mu’cizeleri ve fevkalâde nimetleri beşere ders verir, Allah’ı tanıttırır. Küllî şükür namına ubudiyete sevk eder.

İşte felsefe-i beşeriyenin en acib, en antika hatasından birisi de şudur ki: Cüz-i ihtiyarîsi ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan söylemeye kâfi gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î kesb ile Cenab-ı Hak, onun o kesbine binaen o kelimatı halk eder. Havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icaddan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir hârika küllî mu’cizat-ı kudrete, beşer icadı namını vermek; ne kadar büyük bir hata olduğunu zerre kadar şuuru bulunan anlar.

İşte bunun bir misali, yüz bin hârikaları tazammun eden bir kanun-u İlahîyi, beşerin istifadesine vesile olmak için bir keşfiyat, yani fiilî dualarına bir nevi kabul hükmünde bir ilham-ı İlahî ile keşfolan radyo ile beşer istifadesine vesile olan bîçare, âciz-i mutlak bir insana “Hah!.. Radyoyu filan keşşaf icad etti ve elektrik kuvvetini buldu. Ve bazı keşşaflar da beşerin kafasını okumak için bir madde icad etmeye çalışıyorlar.”

Evet Cenab-ı Hak, bu kâinatı insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir. Ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telahuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükür etmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o hârikaları unutturup yalnız ince bir perdesini gösterip; şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır. Öyle ise وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturuyla, mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bugünlerde Sure-i Ankebut’ta

مَثَلُ الَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

âyetini okurken birden şiddetli bir vehim geldi ki: “En zayıf hane örümceğin hanesidir. Allah’a şerik yapanlar faraza bilseler. Yani imana gelmeyen Kureyş rüesaları eğer bilseler…” manasında olan bu âyetin belâgatına münasip bir vaziyet görülmedi.

Birden aynı zamanda Zülfikar Mu’cizat-ı Ahmediye’yi tashih için açtım. Birden şu satırlar nazarıma ilişti:

Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir şöhret ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebubekir-i Sıddık ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gār-ı Hira’nın kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir. Hattâ rüesa-yı Kureyş’ten, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: Mağaraya girelim. O demiş: Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Muhammed (asm) tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir.

Birden bu âyet-i kerîmenin iki harfinde yani لَوْ harflerinde bir mu’cize gördüm ki benim vehmim yerine yüksek bir lem’a-i i’cazı bildim. Şöyle ki:

Sure-i Ankebut Mekke’de nâzil olduğu için Kureyş’in imana gelmeyen reisleri Peygamber aleyhissalâtü vesselâma sû-i kasd edeceklerini ve o sû-i kasdın içinde en zayıf ve en küçük bir hayvan olan bir örümcek o reislerin o şiddetli hücumlarına karşı mukabele edip galebe edecek.

Yani örümceğin hanesi olan ağ en zayıf bir perde iken o kuvvetli reisleri mağlup edeceğini göstermekle âyet diyor ki: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve bu sû-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi.”

İşte اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetinde bir kelime ile bir mu’cize-i tarihiye gösterildiği gibi (Hâşiye[3]) Mekke’de nâzil olan bu surenin de bu لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ âyetinde görülen remiz ile Gār-ı Hira hâdisesinde hârika bir hıfz-ı İlahîye ve ihbar-ı gaybî nevinden bir mu’cize-i Nebeviyeye işaret ile bir lem’a-i i’caz gösterip o sureye Ankebut namı vermek ve onun ehemmiyetsiz ağına ehemmiyet vermek tam yerinde olup bu âyete gelen şüphe ve evhamları esasıyla reddettiğini gördüm.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrettim ki Kur’an’ın surelerinde ve âyetlerinde hattâ cümlelerinde ve kelimelerinde de i’caz lem’aları olduğu gibi harflerinde de vardır bildim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, fedakâr kardeşlerim!

Evvela: وَ الْفَجْرِ وَ لَيَالٍ عَشْرٍ senasına mazhar o gecelerinizi ve bayramınızı ruh u canımla tebrik ederim. Ve şiddetli hastalığımın şifasına dualarınızı isterim.

Sâniyen: Nurların parlak fütuhatına bir derece mümanaat fikriyle gizli dinsizler bir kısım resmî memurları âlet ederek keyfî kanunlarla ilişiyorlar. Ve has Nurcuların az bir kısmına fütur vermek için çalışıyorlar.

Ezcümle bu mübarek günlerde İstanbul’dan Rehber hakkında dinsizlik damarı ile yazılan (Hâşiye[4]) ehl-i vukuf raporunu bana gönderdiler. Ben şiddetli ve semli hastalığım için onlara cevap vermesini sizlere havale ediyorum.

On iki sene evvel yazılan ve aflar ve beraetler gören ve beş mahkemenin eline geçip ilişilmeyen ve iade edilen ve on bin adama hususan gençlere zararsız menfaat veren ve zeylleri ile beraber büyük müdafaatımda bu vatana büyük faydası ispat edilen bu eser hakkında, Medresetü’z-Zehra ve şubeleri o ehl-i vukufu susturmak ve kanun namına tam kanunsuzluk ettiklerini ve adliyede adalet hesabına dehşetli zulüm ettiklerini ve Rehber hakkında dini siyasete âlet etmek var, demelerine mukabil o vukufsuz ehl-i vukuf siyaseti ve adlî vazifelerini dinsizliğe âlet etmek istediklerini delillerle göstermek vazifesini o Nurcu kardeşlere havale ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takıp güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Mesela, bu elektrik kuvveti imiş deyip o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki kudretin o mu’cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mu’cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip Ebucehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar.

İşte irade-i İlahiyenin namuslarının unvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip tenvirdeki hârika mu’cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm bir şey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar.

[2] Hâşiye: Bu kelimede büyük bir hakikat hazinesinin anahtarına işaret var.

[3] Hâşiye: Mu’cizat-ı Kur’aniye’de اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle gark olan Firavun’a der: “Bugün gark olan cesedine necat vereceğim.” demesiyle umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibret-nüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavun’un aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi zamanın denizinden asırların mevcelerinin üstünde şu asır sahiline atılacağı mu’cizane bir işaret-i gaybiye ifade eder. (Hâşiyenin hâşiyesi)

Hâşiyenin hâşiyesi: Bu asırda ecnebiler aynı Firavun’un cesedini bulmuşlar. Müzehanelerine götürdükleri, ceridelerle neşredilmiştir.

[4] Hâşiye: Size bera-yı malûmat bilâhare gönderilecektir.