Bu defa Nurların galebesiyle ve manevî fütuhatıyla müsadere edilen kitaplarınızı Ankara’nın emriyle size iade etmeleri, büyük bir fâl-i hayırdır. Ve Risale-i Nur’un tam serbestiyetine bir vesile olduğu cihetle, büyük bir fütuhat ve maslahat-ı Nuriye oldu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Alîl Ali Osman ve Çilingir Ali, Nur’un pek çalışkan kardeşlerimizin tebriklerini ruh u canımızla hem bayramlarını hem Leyle-i Kadirlerini hem hârika ve kıymetli ve çok sevaplı hizmet-i Nuriyelerini tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetlerine ve mahfuziyetlerine dua ediyoruz. Onlar, Nur dairesini ebede kadar bir cihette minnettar ettiler, Allah razı olsun, âmin! Ali Osman’ın mektubunda isimleri bulunan kardeş ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz ve dualarını istiyoruz. Ve mübarek bir kardeşimiz olan Kâzım’ın ruhuna Cenab-ı Hak binler rahmet eylesin ve kabrini pür-nur etsin, âmin!

Ali Osman’ın mübarek kaleminin bir kerametidir ki gönderdiği on beş parça risalecikler, aynı vakitte Konya Medrese-i Nuriyesinin iki mühim şakirdi geldiler, aynı o risaleler bize lâzımdır dediler, onlara verildi. Ali Osman’a daha geniş bir sahada sevap kazandıracaklar.

Umuma birer birer selâm ve dua ediyoruz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Nur’un küçük kahramanlarından Muallim Mustafa Sungur hem Eflani hem Safranbolu hem Kastamonu hem İnebolu hem Daday hem Araç kardeşlerimizin namına bayram tebriği için yanımıza geldi. Biz de onu bir küçük Said olarak hem size hem o kardeşlerimize maddî ve manevî bayramlarını tebrik için gönderdik. Ve Emirdağı’nın Süleyman Rüşdü’sü olan Çalışkan Mehmed’i Siracünnur’u almak ve harice giden kitapları anlamak niyetiyle İstanbul’a gönderdik.

Nurların muarızları, her cihetle mağlup olduktan sonra zahiren bize hoş görünmeyen ve hakikaten Nurlara daha menfaatli bir plan takip ediyorlar. Güya Nurcuların tesanüdünü kırıp bilinmeyecek bir tarzda bazı mühim erkânlarını başka yerlere gitmelerine sebebiyet veriyorlar. Halbuki onların gitmesiyle tesanüd kırılmadığı gibi gideceği yerlerde lüzumları var. Ezcümle: Muharrem’i Tavas’a, Mustafa Osman’ı Karabük’e, Re’fet’i İstanbul’a gibi… Bazı kardeşlerimizi dağıtmaya sebebiyet veriyorlar. Bu kardeşlerimiz de onlara hissettirmeyerek, güya kendi ihtiyarlarıyla gidiyorlar. Hakikat ise hiç ihsas edilmeyecek bir tarzda, tesanüde zarar niyetiyle öyle zemin ihzar ediliyor.

Hem bir planları da onların usûlünce hapse müstahak olduğumuz halde hapsimize taraftar çıkmıyorlar, aman hapse girmesinler diyorlar. Sebebi: Birden Denizli hapsi bir Nur medresesi olmasıyla hem oradan başka hapishanelere gidenler oraları tenvire çalışmaları, gizli düşmanlarımızı bütün bütün şaşırttı. Onun için hapisten çıkmamıza onlar da taraftar oldular. Hem adliyeler, Risale-i Nur’un hakkaniyetine karşı bir nevi teslimiyetle istikbalde gelecek olan şiddetli itirazdan çekinmek için çekindiler, keyfî kanunların aleyhimizdeki hükümlerini nazara almadılar. Ve muannid bazı dinsizler, Nur’un hakikatine karşı mağlup olup inadı terk ettiler. Gizli düşmanlar da “Aman hapisten çıksınlar, yoksa hapishaneler Nur medreseleri hükmüne geçecek.” diye üç kısım da müttefikan beraetimize taraftar çıktılar.

Bu da inayet-i İlahiyenin Risale-i Nur’a verdiği bir keramettir ki nasıl ki bu asrın en dehşetli üç büyük kumandanlarını korkutup hârika bir tarzda hem Mart Hâdisesi’nde Hareket Ordusunun başkumandanı hem İstanbul’un Eski Harb-i Umumî’deki istilasındaki Hareket-i Milliye sırasında İstanbul’u istila eden dehşetli ecnebi kumandanı korkutup bize taarruz edememesi ve hem Ankara’da divan-ı riyasetinde en dehşetli reisin hiddetini tarziyeye çevirmesi gibi üç adliyenin de dokunaklı, şiddetli müdafaata karşı binler bahane tutabildikleri halde, hakperestane ve musalahakârane ittifakla beraet kararını vermeleri, elbette Kur’an’ın bir mu’cize-i manevîsi olan Risale-i Nur’un bir kerametidir diye kat’î bu gece bir ihtar hissettim ve kaleme aldım. Fakat gayet müşevveş ve tashih ve ıslah edilmeden size gönderildi.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Siracünnur’un biri tamam, biri de bakiyyesini –iki parça– aldık. Yanlışları pek az. Hata-savabın küçük cetvelini leffen gönderiyoruz.

Sâniyen: Madem Isparta manevî bir Medresetü’z-Zehradır ve madem o mübarek dershanedeki hükûmeti şimdiye kadar mümkün olduğu kadar müsaadekârane davranıyor ve başta emniyet müdürü olarak takdirkârane Risale-i Nur’a bakıyorlar; biz, oradaki hükûmete karşı dost nazarıyla bakıyoruz; ne yaparlarsa gücenmeyiniz ve gücenmeyeceğiz.

Hem şimdiye kadar onların bize karşı az tazyikleri neticesinde ehemmiyetli hayırlar olmuş. Şimdi bir maslahat için bütün bütün serbest olarak her tarafa neşretmek belki “Sırran Tenevverat” sırrına münafî olduğundan bir derece ihtiyat tavsiyelerinde bir hayır var.

Sâlisen: Dadaylı ehemmiyetli muallimlerden ve kıymetli Nur nâşirlerinden Hâfız Hasan’ın ve Nurcu iki mübarek mahdumlarının, Doktor Hakkı ve Hüsnü ve Araçlı Tahir’in ve Daday’daki Fuad gibi kıymetli kardeşlerimizin bayram tebriklerine mukabil, ruh u canımızla hem geçmiş bayramlarını hem Nur hizmetinde sebatkârane muvaffakıyetlerini tebrik ediyoruz. Ve mektubunu Lâhika’ya geçmek için leffen gönderiyoruz.

Râbian: Nur kahramanlarından Re’fet kardeşimiz, kendi sisteminde gayet ehemmiyetli Abdü’l-Ehad namında bir büyük hocayı, Risale-i Nur’a tam bağlı bir kardeşi İstanbul’da bulmuş. Cenab-ı Hak ikisini de daima muvaffak eylesin, âmin!

Hâmisen: Bir miktardır hiç görmediğim bir tarzda pek şiddetli bir alâka ile çoktan görmedikleri peder, validelerine hararetli bir iştiyak ile ellerine sarılmaları gibi; iki yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce, aynen öyle uzaktan koşup benim ellerime sarıldıklarının ne hikmeti var diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki:

Bu küçücük masumlar taifesi, bir hiss-i kable’l-vuku ile ileride Risale-i Nur ile saadeti bulacaklarını ve tehlike-i manevîden kurtulacaklarını, belki de içinde çokları şakird olacaklarını ve buranın maddî manevî havasına imtizaç edemediğim için menfîlere verilen serbestiyet münasebetiyle buradan gitmemekliğim için lâkayt olan büyüklerin bedeline “Bizler Nur dairesindeyiz, bizi bırakma, gitme.” gibi bir mana var, hissettim.

***

Kardeşlerim!

Merak etmeyiniz ve Nur’un fevkalâde perde altındaki fütuhatına kanaat ediniz. Şimdiye kadar hiçbir eserin böyle ağır şerait altında bu derece tesirli intişarını tarih göstermiyor. Hem tam serbestiyet verilmemesinin sebebi ve hikmeti: Nurların fevkalâde kuvvetinden korkuyorlar. Belki sarsıntı verecek diye, tam takdir ve kabul etmek ile beraber, şimdilik resmen intişarından telaş ettiklerini, Diyanet Reisi büyük reisle görüşmesinden haber alınmış. Eski gibi hücum yok, belki musalaha istiyorlar. Fakat Nurlar lehinde kuvvetli cereyanlar, inşâallah o telaşı iştiyakla resmen neşrine çevirecek. Hem çok enaniyetliler, eserlerini terviç etmek için Nurların meydana çıkmalarına kıskanmak damarıyla taraftar olmuyorlar. Merak etmeyiniz, Nur galebe edecek.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Medresetü’z-Zehranın yirmi derslerini ve hediyesini aldım. Ona mukabil, Dârülhikmette vazife-i ilmiyede iken tayinatım olan, elime verilen ve o zaman tabettiğim risalelerin masrafından fazla kalan ve onunla hacca gitmek niyet ettiğim ve yirmi otuz seneye yakın bir zamanda benim ihtiyat erzakım bulunan doksan banknot ki nazarımda bin banknot kadar kıymeti vardı, Medresetü’z-Zehranın kudsî derslerine medar olmak için Nur’un ehemmiyetli bir nâşiri ve Hâfız Ali’nin (rh) çalışkan bir vârisi Hâfız Mustafa (rh) ile size gönderdim. Bu yeni derslerin fiyatı, aynı Siracünnur ve Sikke-i Gaybiye gibi benim hakkımda yedi buçuk lira olsun. Çünkü ben, çoklara hediye vermeye mecbur oluyorum. Bununla beraber, her bir ders ve nüshayı Medresetü’z-Zehranın erkânlarından bin hediye hükmünde kabul ediyorum.

Sâniyen: Risale-i Nur, hacılarla hariç âlem-i İslâm’a yayılıyor, kendi kendini lâyık ellere yetiştiriyor. Ve Şam’a el yazısı ile gönderdiğimiz Asâ-yı Musa ve Zülfikar’ı, heyet-i ilmiye on beş gün tetkik etmiş, tam takdir etmelerine alâmet olarak demişler: “Biz, bunu mecmualar halinde kısım kısım tabedelim. Hem bunu birden tabetmeye çok para lâzım. Hem bunu şimdi birden Arabîye tercüme etmek uzun zaman lâzım, imkân olmuyor.” Onun için oradaki eski talebem ve yeni gönderdiğim şakird, kitabı onların elinden kurtarmaya çalışmışlar ki para kazanmak için tabetmesinler. O kardeşlerim, kendi ellerinde müştaklara okutturuyorlar. Halbuki ben, tabetmek için iznim yoktu. Şimdi zamanı değil. Hem Arabîye çevirmek, Mısır ulemasının iştirakiyle ehemmiyetli ve yüksek bir heyet-i ilmiye lâzım. Her ne ise acele edilmiş.

Sâlisen: Harice göndermek için İstanbul’a gönderdiğimiz bir kısım nüshalar daha gönderilmemesinin sebebi, hacca gitmek için pek çoklar rağbet göstermediklerinden ve “Hududa fazla dikkat ediliyor ve bir bahane ile çevriliyor.” diye elinde olan emanet bulunan, hacca gidecek olan zat, bize yazmış ki: “Bunu posta ile doğrudan doğruya Mekke-i Mükerreme’de Mehmed Ali Mâlikî, Vaziye Mahalle-i Şamiye adresiyle gönderilsin.” diye münasip görmüş; onu, bahane ile huduttan çevrilmemek için beraber götürmemiş. Çok da isabet olmuş.

Çünkü benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur’an hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tabi olmadığı…

Hem müşterileri aramak değil belki müşteriler hakiki ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… Halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakiki ihtiyacını değil belki âlem-i İslâm’ın hayat-ı dünyasına ait cihetleri düşünmeye mecbur olması…

Hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş, bir nevi şöhret-perestlik merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirdleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, Kader-i İlahî Nur şakirdlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.

Hâmisen: Kahraman ve sadakatte hiç sarsılmadan ve kardeşiyle, masum evlatlarıyla ve az zamanda pek çok kıymettar hizmet eden Süleyman Rüşdü’nün dünyada, âhirette Cenab-ı Hak onu manevî ve maddî ticaretinde daima onu ihsanına mazhar eylesin, âmin!

Sadisen: “Hüve Nüktesi” pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi. Fakat o nüktenin âhirlerinde “Her zerre, cezbedarane hal diliyle لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ۞ قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer.” cümlesine “hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla” kelimeleri ilâve edilecek.

Bu “Hüve Nüktesi” ile Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Beşinci Kısmı olan اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ âyeti münasebetiyle bir seyahat-i hayaliye ve yine Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Kısmı’nda yalnız “Nun-u Na’büdü” kapısıyla cemaat sırrını gösteren seyahat-i hayaliye dahi beraber Sikke-i Gaybiye’nin âhirine veyahut münasip gördüğünüz yere konulsun. Eğer “İnayat” Sikke-i Gaybiye’ye konulmamış ise onun da bir hülâsasını dercedilmesini size havale ediyorum.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Mesmuatıma nazaran, Şemsi ve isimlerini söylemeyi münasip bulmadığımız müellifler, Zülfikar’dan ve sair Risale-i Nur’dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nur’un şakirdleridirler, bu surette Nurları neşrederler. Yirmi seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar, eserlerinde ve müellifler de Nur’un meselelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar.

Hattâ değil böyle dost zatları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan ve eserleri revaç bulmak niyetiyle Nurun neşrine mani olanları dahi helâl ediyoruz. Çünkü onların men’leri başka bir tarzda ve daha faydalı intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar.

Ben hal-i hazıra bakmadığım için bilemiyorum. İstemeyerek işittim ki: Eser yazan ve Nur’dan çalan resmî büyük zatlar diyorlar: “Risale-i Nur’u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz.” Güya Nurlar onların eserlerini setrettirecek. Halbuki Nurlar, o eserlerdeki hakikatleri tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir. İnşâallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar.

Fakat İzmirli hâkimin dediği gibi “Risale-i Nur gizlenmiyor ve başka kitaplara benzemiyor ve temellük edilmiyor, nerede bulunursa bulunsun, ben Nur’dan gelmişim.” der.

Hem Risale-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemal-i şevkle müellifler okuyorlardı. Esasen Risale-i Nur ise ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.

Isparta’dan hacca giden ve benim bedelime dahi manen haccetmeyi vaad eden o mübarek kardeşlerimizi, has şakirdler dairesinde bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Cenab-ı Hak onları iki cihanda mesud eylesin, âmin!

Medresetü’z-Zehranın bana gönderdiği bu defaki Asâ-yı Musa fiyatından kalan altmış banknotu yakında göndereceğim.

Hem Nur Ticarethanesini tebrik ediyorum. İnşâallah, yakın zamanda muhaberemiz Nur Ticarethanesi sahibi vasıtasıyla olacak.

Umuma birer birer selâm…

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: “Rehber”den yüz tanesini nâşirlerinden elli banknota aldım ve kendi Asâ-yı Musa nüshalarımdan sattığımdan onlara verdim. Bana son gönderdiğiniz Asâ-yı Musa fiyatından borcum kalan altmış banknotun yerine size gönderdim. Yirmi otuz tanesi Medresetü’z-Zehranın dâhilinde ve mütebâkisi Denizli, Milas, Burdur, Antalya, Aydın, İzmir gibi yerlere tensib ettiğiniz miktarda gönderirsiniz. Asıl bunun ehemmiyetli hakiki fiyatı, alan adam hiç olmazsa on adama okutmaktır. Çünkü nüshaları azdır.

Sâniyen: Mahkemedeki müdafaatınızı beğendim, güzeldir. Teşrin yirmi ikiye tehiri de hayırlıdır. Zaten onların elindeki kısmı, resmî adamların bir cihette hisseleridir, okusunlar. Okumasalar da yakınlarında dairelerinde bulunması ve onlar vazifeten onların hakaikiyle mücmelen meşgul olması, manevî ders alıyorlar. Hiç merak etmeyiniz, Nurların inkişafı ve fütuhatı gittikçe ziyadeleşiyor, resmî adamların çoklarını içine alıyor. Resmî memurlara bir merak düşmüş, arıyorlar; buldukları vakit tokadını yedikleri halde elini öpüyorlar.

Sâlisen: Küçük Isparta’nın kahramanlarından Küçük İbrahim’le Salih’in mektupları, beni fevkalâde mesrur eyledi, bin bârekellah! O iki kardeşimiz, o havalideki ehemmiyetli kardeşlerimizi ziyaret edip sıhhat ve selâmetlerini yazdıkları gibi Karadeniz sahillerinde Ordu, Sinop, Gerze, Ayancık, Bartın, Zonguldak gibi yerler Nurlarla münevver olduklarını ve İstanbul’un Üsküdar tarafından Nurcu vaiz hocalar Nur’a çalıştıklarını ve Gerze’den mühim bir tüccar ve gayet Nurlara müştak ve Nurlara tam çalışmaya azmeden bir yeni kardeşimizin güzel mektubunu aldık. İbrahim’le Salih’i ve o zatı çok selâmımızla beraber tebrik ediyoruz, muvaffakıyetlerine dua ediyoruz.

Râbian: Alamescid imamı faal kardeşimiz İbrahim Edhem’in kendi sisteminde tam Nurcu olarak bulduğu Vaiz Ali Şentürk’ün ve Vaiz Osman Nuri’nin samimi ve fedakârane ve Nur hizmetinde azimkârane mektuplarında arzu ettikleri tarzda has şakirdler dairesinde kabul olmuşlar. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Ali Şentürk’ün mektubunda ismi bulunan müfti-i belde Ali Rıza’ya pek çok selâm edip Ali Rıza namındaki çok ehemmiyetli kardeşlerimizin içinde Nur dairesine girdiğini ve çoklara hüsn-ü misal olacağını tebliğ ediniz.

Umuma binler selâm…

***

Mu’cizeli Kur’an’ımızdan Sure-i Rahman tevafukat-ı latîfesi içinde bulunan cüz ile güzel tevafuklu bir cüzü İstanbul’da matbaacı Aziz’e göstermek için göndermiştik; o da çok beğenmiş, söz vermiş ki: “Ne vakit isterseniz bunu da Hizb-i Kur’aniye ve Hizb-i Nuriye gibi fotoğrafla tabedeceğim. Hindistan’a bir milyon Kur’an’ı göndermeye söz verdiğimden, bu mu’cizatlı Kur’an’ı da içinde onlara göndermek güzel olur.” Cenab-ı Hak, inşâallah Nurcuları muvaffak eder.

***

Sikke-i Gaybiye’nin fiyatı olarak elli Rehber’i nâşirlerinden parasını verdim, aldım, size gönderiyorum. Hem o mübarek mecmuanın bir mübarek fiyatı olarak, bana hizmet eden ve şimdilik pek lüzumu bulunmayan ve başkalarına da vermek istemediğim iki tencere ve on beş sene giydiğim pamuklu entari ve gayet mübarek bir kitaba mukabil, bir çaydanlık ve yirmi dört seneden beri tıraşa hizmet eden bir ustura ve çok zamandan beri bana hizmet eden bir çarşaf, hazır Kılınç Ali’nin pederiyle Ahmed Râsih’in tahmin ve tensibiyle, dokuz lira tencere, dokuz lira da çaydanlık, dokuz lira tıraş bıçağı, pamuklu entari ve çarşaf ile iki el havlusu ve bir iç donu ile bir pamuklu gömlek fiyatı yekûnü 125 lira tahmin edilmiştir. Hazır olan zatlar bu kıymeti takdir ettiler; ben, daha az fiyat verdim; bu fiyat çoktur derim.

Umuma selâm…

***

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Evvela: Leyali-i aşerenizi tebrik ile beraber, size Nur’un iki kerametini beyan ediyoruz. Şöyle ki: Bu sıralarda çok cihetlerde, hususan makine ile Nurların inkişafatı, gizli düşman zındıkları şaşırttı. Cüz’î fakat elîm bir tarzda bir plan ile çok evhama ve iftiralara medar olabilir bir hâdiseyi, bir bîçare muhakemesiz bir adamın vasıtasıyla yaptırdılar ki burada Nur’un en mühim ve vazifesi en ehemmiyetli bir şakirdini, tam hanesinin yanında dört gülle ile o bîçare adam yaralanıyor. Doktor “Yüzde yüz ölecektir.” diyor. O mecruhun tarafında dava edecek resmî, gayr-ı resmî çok adamlar varken ve yüzde doksan o ehemmiyetli şakirde isnad etmek ve o vesile ile hanesindeki bütün Nur Risalelerini ve mektuplarını taharri bahanesiyle elde etmek yüzde doksan ihtimali varken ve o vasıta ile beni ve Nurcuları alâkadar etmek ve o masum şakirdi de acib iftiralarla lekedar etmek, esbablar olduğu halde فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ sırrıyla yine inayet-i İlahiye imdada yetişti. O adam tam yüzünden dört gülle ile yakından vurulduğu halde ölmedi. Ve hârika bir surette hiçbir şahit bulunmadı. Hiçbir emare bulunmadı. O vurulan adam, ne mahkemeye ne babasına ne kardeşlerine kim vurduğunu ısrar ettikleri halde söylemedi yani söylettirilmedi. Eğer söylese idi habbeyi kubbe yapan münafıklar, acib iftiralar edeceklerdi. Cenab-ı Hak, ihsan ve keremiyle Nurları ve Nurcuları himaye edip o hâdise ve o bombanın patlaması bize zarar vermedi. Kat’î kanaatimiz gelmiş ki bu bir keramet-i Nuriyedir.

Hem o adam Nurların bir parçasını okuduğu cihetiyle, onun kerametiyle hayatını kurtardığı gibi ondan aldığı cüz’î bir ders-i hakikat hissiyle, o elîm vaziyetinde ve inatçı tabiatında, yine Nurlara zarar gelmemek için susturuldu. Ne mahkemeye ne akrabasına söylettirilmedi. Fakat benim yanıma bir defa geldiği ve istikamete söz verdiği halde yanlış hareket ettiği için tokat yedi. Hattâ ittihama maruz olabilir şakirdin de kemal-i sadakat ve ihlas içinde bazı lâkaytlıkları yüzünden bir şefkat tokadı yediğini anladık.

***

“Hüve Nüktesi”nin âhirinde bu parça yazılacak

Gördüm ki âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.

Hem Levh-i Mahfuz’un hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçücük numunesi ve iki noktası insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i intizamla içlerinde bir büyük kütüphane kadar malûmatın yazılması kat’î ispat eder ki o iki kuvvenin numune-i ekber ve a’zamları, âlem-i misal ile Levh-i Mahfuz’dur.

Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru, toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları ve tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid ve hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve Hakîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’î bilindi.

Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Kardeşiniz Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede faal, sebatkâr arkadaşlarım!

Evvela: Bu sene hacc-ı ekber manasını taşıyan leyali-i aşerenizi ruh u canımızla tebrik ederiz.

Sâniyen: Hem dâhilde hem hariçte Nurun fütuhatı devam ediyor. Fakat gizli düşmanlarımız olan ehl-i dalalet ve sefahet, ehemmiyetsiz bazı hâdiselerle Nur talebelerine telaş vermeye ve habbeyi kubbe yapıp sarsıntı veriyorlar.

Bugünlerde ekser kitaplarım ve üç senelik muhabere mektuplarım meydanda bulunan ehemmiyetli bir şakirdin hanesine yakın, gecede bir vukuat oldu. Ondan istifade ile o şakirdin hanesini taharri etmek yüzde doksan ihtimal-i kavî varken Cenab-ı Hak, inayetiyle ve hıfz ve himayetiyle o haneyi taharriden kurtardı. Eğer sabahleyin safdil iki kardeşimizi ciddi ikaz etmeseydim ve kitap ve mektupları oradan kaldırmasaydım, yine Nur dairesi içinde büyükçe bir mesele olacaktı. O vukuatta bir nevi siyaset korkusu da görünüyor. Gerçi inayet-i İlahiye bizi muhafaza etti fakat bu sırada ki mecmualar çıkıyor ve intişar ediyor ve biz de pek çok sükûnete ve ihtiyata mecbur olduğumuz halde böyle heyecanlı bir hâdise habbeyi kubbe yapan düşmanlarımız bize telaş ve sarsıntı verecekti. İnayet-i İlahiye o planı da def’etti, bizi muhafaza etti.

Fakat o hilaf-ı me’mul birden bu hâdiseden ruhuma gelen heyecan ve manevî darbe ve Nur hizmetine ehemmiyetli zarar gelmek düşünmesiyle, hiç ömrümde görmediğim bir sıkıntı ve âsabımda manevî yaralar açıldı. İhtiyarsız teessürat beni çok eziyordu. Birden Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, kemal-i merhametinden o teessürat-ı manevî yaralarıma tam bir merhem olarak çok fedakâr Nuri Benli’yi ve Kastamonu kahramanı Sadık Bey’i ve İnebolu kahramanlarından İsmail’i tam bir merhem ve ilaç olarak ikinci gün gönderdi.

Hem on beş seneden beri şehit olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehit talebelerim içinde ona dua ettiğim hem İşaratü’l-İ’caz’ı hem Onuncu Söz’ü tabeden Molla Hamza hayatta, Irak’ta olduğunu ve Nurları aradığını, memlekete giden kardeşimiz Emin’in mektubunda o müjde, tamamıyla yaramı tedavi etti. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun dedim.

Umum kardeşlerimize binler selâm ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Size hem acib hem elîm hem latîf bir macera-yı hayatımı, düşmanlarımın hem şenî hem bin ihtimalden bir tek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nur’a karşı istimal edilecek hiçbir silahları kalmadığını beyan etmeye bir münasebet geldi. Şöyle ki:

Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur: Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken Bitlis’te merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes ve ben de bu hale hayret ederdik.

Bana sordular: “Neden bakmıyorsun?”

Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor.”

Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprü’den tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler:

“Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”

Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”

Hem bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benimle arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için dünyanın maddî ve içtimaî ve siyasî bütün ezvakını ve merakını terk ettiğimi ve idam gibi ehl-i garazın bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğimi, yirmi sene işkenceli esaretimdeki iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat’î göründü.

İşte yetmiş beş sene devam eden bu düstur-u hayatım varken Risale-i Nur’un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle şeytanların bile hatır ve hayaline gelmeyen bir iftira, resmî makamını işgal eden bir adam yaptı. Ve demiş: “Gecede tablalarla baklavalar, fahişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar.” Halbuki benim kapım gecede dışarıdan ve içeriden kilitli hem sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu. Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki ben işâ namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim. İşte böyle bir iftiraya bir sefih, ahmak insan eşek olsa sonra şeytan olsa buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi planlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti.

Onun resmiyet cihetiyle beni değil belki Nurcuları lekedar etmek için kurduğu planı ile bu yeni hâdiseyi vesile edip şakirdlere leke sürmek istenildi. Fakat hıfz ve himayet ve inayet-i İlahiye, o planı da hârika bir tarzda akîm bıraktı.

Bu beyanla ben nefsimi tebrie etmiyorum belki “Kudsî hizmet-i imaniye, o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş ve o hizmetteki manevî zevk ona kâfi geliyor.” demek istiyorum ve Nurcuların ihtiyat ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.

Sâniyen: Makine işinde tecrübeli ve muktedir hususi kâtibi size gönderiyorum. Kendim zahmetle yazdığımdan bundan sonra kısaca yazacağım, gücenmeyiniz.

Sâlisen: Eflani taraflarından Hatip Mehmed Tevfik’e selâm ediyorum, rüyası mübarektir.

Râbian: Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini hâvi parlak, güzel mektubunu aldım ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeşler; Ulviyeler, Zehralar, Lütfiyeler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem Hulusi’nin hem Feyzi’nin mektuplarını leffen gönderiyoruz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Nur’un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur’un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak âhir zamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz.

Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:

Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini, bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (asm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (asm) unvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (asm) kanunları bir derece tatile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâm’ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar.

O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazen o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır.

Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:

Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller fakat hilafet-i Muhammediye (asm) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.

Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir belki bir şan şeref ve makam-perestlik ve şöhret-perestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş fakat her biri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar.

Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse bütün şakirdleri kabul edecekler.”

Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (ra) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed aleyhisselâm bir manada hakiki Nur şakirdlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur biliyorum.” dedim, o ehl-i vukuf sustu.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve haccü’l-ekberde bulunan Nur şakirdleriyle ve hacdaki Nur taraftarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklaliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâm’ın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hint’te yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört beş hükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâm’ın bu büyük bayramının mukaddimesini tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor.

Sâniyen: İstanbul’da, Re’fet Bey’in ve Mustafa Oruç’un yazdıklarına göre, çok zaman İslâm ordusunu idare eden ve sonra dârülfünuna inkılab eden Harbiye Nezareti ve Bab-ı Seraskerî, o muazzam binanın alnında اِنَّا فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُبٖينًا ۞ وَ يَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْرًا عَزٖيزًا hatt-ı Kur’an ile o manidar Kur’an âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden hatt-ı Kur’aniyeye bir numune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve Üniversite ileride bir Nur Medresesi olmasına bir işaret olduğu gibi Denizli Nurcularından Ahmedlerin meşhur âlim ve akılca on dokuzuncu asrın en büyüğü ve içtimaî feylesofların en ilerisi Bismark’ın eserinden aldıkları bir fıkrada, o yüksek Bismark eserinde diyor ki:

“Kur’an’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”

Ve Peygamber’e hitaben der:

“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’dema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Bismark

diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında tahrif ve nesholunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis ettiği için o cümleler yazılmamalı, ben de işaret ettim.

O zat, on dokuzuncu asrın en akıllı ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti olması hem âlem-i İslâm istiklaliyetini bir derece elde etmesi ve ecnebi hükûmetlerin hakaik-i Kur’aniyeyi araması ve Garp ve Şimal-i Garbîde Kur’an lehinde büyük bir cereyan bulunması hem Amerika’nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Karlayl dahi aynen Bismark gibi demiş:

“Başka kitaplar, hiçbir cihette Kur’an’a yetişemez. Hakiki söz odur, onu dinlemeliyiz.” diye kat’î karar vermesi (Hâşiye[1]) ve Nurların da her tarafta fütuhatı ve ileri gitmesi, büyük bir fâl-i hayırdır ki ecnebide çok Bismarklar ve Mister Karlayllar çıkacaklar ve emareleri de var diye Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve Bismark’ın fıkrasını leffen gönderiyoruz.

İnebolu kahramanlarından Berber Ali Osman’ın masum mahdumunun güzel yazısıyla gönderdiği mektuba baktım, birden hatırıma geldi: Üç mühim Nur merkezinde üç berber tam birbirine benzer bir tarzda Nur’a büyük hizmetleri hem her birisi çocuklarıyla Nur’a çalışmaları, beni mesrur eyledi. Berber Burhan, Berber Hıfzı, Berber Ali Osman; Nur’un birer kıymetli kahramanlarıdır. Allah onları çoluk ve çocuklarıyla dünyada ve âhirette mesud etsin, âmin!

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Medresetü’z-Zehranın üç şakirdinin hafifçe bir ay hapis cezası ve pek haksız ve çok manasız ve soğuk hâkimin hiddetine maruz kalmalarına mukabil, kat’î bir kanaat ile ve çok emarelerin kuvvetiyle müjde veriyoruz ki o şakirdler ve yardımcıları, o adamın küçücük verdiği ceza ve manasız hiddetine bedel ruhanîler, melaikeler ve istikbaldeki nesl-i âti milyonlar alkışlamalar ile öyle şakirdleri tebrik ediyorlar. Ve haps-i ebedînin milyonlar sene cezalarından kurtulmaya vesile oldukları için böyle sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bu gibi taciz ve tazipleri hiçe indirir belki iftiharla sevindirir.

Evet, bir asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki ve feylesofu ve saltanatlı hâkimi telakki edilen ve kendi Hristiyan iken bütün eski dinleri ve kitapları hiçe indiren belki inkâr etmek cüretini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismark’ın Kur’an-ı Hakîm’in önünde kendi imzasıyla ve bütün kuvvetiyle tasdikkârane secde etmesini yazan ve inat ve enaniyetini ve dinsizliğini bırakıp Kur’an’a teslim olduğunu âleme ilan ettiğini ceridelerde neşredildiği bir hengâmda ve bütün edyan-ı semaviyeyi inkâr eden ve şark-ı şimalîdeki şimdiki dehşetli hükûmetin teşviki ile kesretle içindeki Müslümanları hacca gönderip âlem-i İslâm nazarında dinsizliğini ve inat ve adâvetini bırakmak tarzında güya Kur’an’ı inkâr edemiyor ve azametine karşı bir nevi teslimiyet ve dehalet tarzında buradakilerden daha ziyade Kur’an’ı ehemmiyetli biliyorum diye bu noktada onlar benden daha geri düşüyorlar ki benim kadar hacı gönderemiyor demesine mukabil; buradakiler dahi mâşâallah tam müsaade ettikleri halde ve böyle siyasî propaganda edildiği bir zamanda, Medresetü’z-Zehranın Nur şakirdleri, o mahiyet ve azametteki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakikatlerini Zülfikar ve Asâ-yı Musa gibi hârika risalelerle mu’cizelerini kalemleriyle neşredip en muannid dinsizleri tasdike mecbur etmelerine mukabil, ehl-i dalaletin hücumu; elbette değil yalnız ehl-i hakikat insanları belki ruhanîleri belki melekleri de ağlatır ve arzı ve semayı hiddete getirebilir.

Madem iki sene tetkikten sonra Âyetü’l-Kübra eski harflerle tabedilen bin nüsha ve Nur’un bütün risaleleri ittifaken beraet ile beraber umumu iade edilmiş. Aynen iade edilen bazı risalelerin eski huruf ile teksirini bir suç sayıp ceza vermek, adliyeleri cidden alâkadar edip adalet şerefini kırıyor.

Sâniyen: Benim hususi kâtibim şimdi yok, başka kâtipler de benim dilimi iyi anlamıyorlar; ben de hem rahatsız ve hem de geç ve güç yazabiliyorum. Halbuki dünden beri yirmiye yakın mektuplar geldi. İçinde de pek çok kardeşlerimiz ve hemşirelerimizin isimleri var. Biz onların umumunun hem bayramlarını tebrik ediyoruz hem yeni şakird olmak isteyenleri ruh u canımızla kabul ediyoruz. Ve onları öyle sevk eden zatlara da Allah razı olsun ve kalplerindeki muradları ne ise Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin deriz.

Sâlisen: Nur santralı Sabri’nin (rh) Lâhika’ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine girmesi ve Ahmed Fuad’ın da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve Konyalı Sabri’nin genç mekteplilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri ve muallim Abdurrahman İhsan’ın hasbihal mektubundaki samimi ve ciddi Nur’a alâkadarlığı ve Tavşanlı Vaizi Osman’ın mektubunda pek samimi ve ciddi iki üç zatın Nur şakirdliğine kemal-i ciddiyetle girmeleri ve Eğirdir köylerinde Ali Osman’ın ve Halil İbrahim’in tasdikiyle çok hâlis Nurcuların yetişmesi ve Ankara Dârülfünununda Nur’a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârane yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki risalenin kâfi olmadığına ve Konyalı arkadaşı Mehmed ile beraber gençler içerisinde Nur neşretmeleri ve Aydın tarafında inşâallah bir Ahmed Feyzi hükmünde Nurlarla gayet alâkadar Ali Akdağ’ın güzel ve samimi mektubundaki duaları ve tavsifleri ve Nur’un tesirlerini hissetmesi gibi fıkraların mealleri, bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur ettiği gibi bu bayramda da büyük bir manevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenab-ı Hak onların umumundan razı olsun. Hususi ve ayrı ayrı mektup yazamadığımdan gücenmesinler.

Hüsrev’in lâyiha-i Temyize ait mektubunu hiç ilişmeden kabul ettiğim için sizdeki aynı suretini Mahkeme-i Temyize gönderebilirsiniz. Madem sizde bir sureti vardır, bu mektubu göndermeden Lâhika’ya da geçsin. Şimdi gelen mektupta Gençlik Rehberi’nin fiyatını siz benden daha iyi bilirsiniz. Bir veya bir buçuk banknottan aşağı olmasın. Hüsrev’in kalemi Dördüncü Söz’e başlamasına bin bârekellah deriz. Allah muvaffak eylesin, âmin!

Safranbolu kahramanı berber Hıfzı; Hüsnü, Yılmaz iki masum Nurcu mahdumlarıyla ve İnebolu kahramanlarından Ali Osman ve iki Nurcu mahdumlarının bayram tebriklerine mukabil selâm hem muvaffakıyetlerine dua ederiz.

***

[1] Hâşiye: Risale-i Nur’dan Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsiri otuz sene evvel, onun bu kıymetli hakperestane hükmüne işaret etmiş.