Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Geçen mübarek Leyle-i Beratınızı ve gelecek ramazan-ı şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene Berat Gecesi, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli olduğuna bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki:

Ben Berat Gecesinden az evvel Asâ-yı Musa tashihiyle meşgul iken bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: “Müjde mi getirdin?” İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi hiç ürkmedi. Asâ-yı Musa (Hâşiye[1]) üstüne çıktı, üç saat oturdu; ekmek, pirinç verdim, yemedi tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berat Gecesinde tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allah’a ısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken yine geldi; bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş hem Asâ-yı Musa’yı hem beratımızı tebrik etmek istedi.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kastamonu Hüsrev’i ve Süleyman Rüşdü’sü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in, Üstadlarının Kastamonu’daki hayatının bir tarihçesini, hüsn-ü zanla haddimden çok fazla senalarını tebdil etmeyerek kabulümün sebebi şudur ki:

Bugünlerde Afyon’un büyük memuru, bir çavuşu bana ihanete vasıta yapıp güya teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırarak tâ bu vilayet, Denizli, Isparta gibi Nurlara tam sahip çıkmasın ve Nurlar parlamasın. Gerçi ben tahammül ettim fakat buranın yeni şakirdlerinin teessürlerinden müteessirdim. Düşünürken, Mehmed Feyzi’nin bu samimane ve âlimane, hürmetkârane mektubu, o herifin ve o âmirinin ihanetlerini yüzlerine vurup hiçe indirerek teessüratımı tam sildi, süpürdü. Binler derece o iki bedbahttan yüksek olan iki Nurcunun böyle medih ve hürmetleri, onların kanunsuz cebir ve ihanetlerinin aynı zamanda tam tamına tevafuku, Feyzi ve Emin’in sadakatlerinin bir kerameti olduğuna kanaat ettiğimdir.

***

Kardeşlerim!

Şimdi tebeyyün etti ki: Beni karakola çağırmak, lüzumsuz bahanelerle beni hükûmete celbetmekte maksat, ihanet ve halkın nazarında ehemmiyetsizliğim ve bana müttehem vaziyeti vermek için idi. Şimdi tahammülüm kalmadı. Mümkün oldukça oraya beni çağırmamak lâzımdır. Ceza hâkimini görünüz. Bana bir dava vekili tarzında bir adamı bulunuz, benim bedelime lüzum olsa karakola gitsin. Yirmi beş sene münzevi bir adam, böyle ihanetkâr insanlarla görüşmek, işkenceli bir azaptır. Ben sekiz sene, Kastamonu’da bir tek defa valinin ısrarıyla yanına ve iki defa da polishaneye gittim. Burada sebepsiz on defadan geçti. Ben, daha gidemem. Hem doktordan bir rapor alınız yoksa bu şehre maddî ve manevî zarardır.

***

Hüsrev’in müdafaatımda yazılan dört zelzele meselesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört defa zelzele, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat’î bir sû-i kasd eseri olarak hükûmet içinde hizmetçime bağırarak bana tahkirkârane ihanet ve şetmedip “Git ona söyle!” diyen ve kaymakamın emr-i cebrîsiyle “Hasta da olsa buraya getiriniz!” bekçilere ve jandarmalara emir veren ve Afyon’un perde altındaki büyük memura dayanan karakol çavuşu hem Nur şakirdlerinin şevklerine hem Nurların burada yazılmasına hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesinin aynı vakitte, böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki Risale-i Nur bir vesile-i def’-i beladır; tatile uğradıkça bela fırsat bulup gelir.

Nurlara az zamanda çok hizmet eden Mustafa Osman’ın gayet tevazukârane ve mahviyetkârane mektubu, tam onun hâlisane sadakatini ve ihlasını ispat edip on beş senelik haslarla omuz omuza geldiğini gösterir. Zaten yazdığı Asâ-yı Musa mecmuası, kuvvetli bir delildir. İşte bu dakikada bunu yazarken yine hafif zelzele başladı.

***

Emirdağı Zabıtasıyla Bir Hasbihal

“Hem insaniyet namına istediğim bir hukukuma karşı yapılan, hayretimi mûcib acib bir muamelenin sebebi nedir?” diye bir sualim var.

Birincisi: Bir seneden beri sakladığım şekvamı vermedim. Şimdi zabıtanın vasıtasıyla Ankara makamatına vermek üzere, bir zata gönderdik. Dedim: Afyon Emniyet Müdürü insaflıdır. Ona da bir suret elden gönderdim. Ondan istirahatime dair bir eser beklerken bilakis beni sıkıştıran zatlara yazmış: “Bu güzel yazı onun değil, kim yazmışsa tahkik ediniz.”

Acaba çok kuvvetli ve ayn-ı hakikat o şekvayı nazara almayıp lüzumsuz, ehemmiyetsiz, zararsız bir yazıyı merak etmek, benim istirahatimi bozmak; bin liraya ehemmiyet vermemek, beş paraya çok ehemmiyet vermek gibi olmaz mı? Yüz otuz risalelerden binler nüshaları ayrı ayrı yazılarla üç mahkeme inceden inceye tetkikten sonra ve onları yazanların mühim bir kısmı benimle beraber mahkemede bulunmaları ve zerre kadar medar-ı mes’uliyet olmadığı halde “Kim ona yazıyor diye tahkik ediniz.” demek yüzünden bir kanun, bir maslahat var mı? Bir bîçareyi bu bahane ile karakola çağırmak, endişe vermek ve bilhassa benim ihbarımla istemek ne lüzumu var? İşte ben size haber veriyorum: Eğer arzu etsem binler adam yazılarımı yazacaklar hem her tarafta millet ve vatan menfaatine yazıyorlar.

İkincisi: İnsaniyet namına sizden isterim ki tâ bayrama kadar benim yüzümü dünyaya çevirmeyiniz. Ben sizi düşünmediğim gibi siz dahi beni unutunuz. Bu mübarek aylarda benim gibi dünyadan küsmüş bir bîçareyi, âhiret zararına gayet ehemmiyetsiz dünya işleriyle meşgul etmeye mecbur etmeyiniz.

***

Bu manidar yeni zelzeleyi merak ettim. Kalben dedim: Eğer sair yerlerde bu şiddetle olmuşsa herhalde Nur şakirdlerine dahi yine bir tecavüz var. “Yoksa benim yalnız mektubumla alâkadardır?” diye sordum. Dediler: Yalnız Ankara hafif, Afyon ve Eskişehir ve bu Emirdağı’nda ve en şiddetlisi bu kasabada olmuş. Fakat medar-ı hayrettir ki dört defa şiddetli olduğu halde, hiçbir zarar olmadı.

Bunun bir hikmeti budur: Kat’î emir verilmiş ki “Said’i cebren hükûmete getiriniz!” Bekçiler ve bir onbaşı gelmişler. Kapımı kapamıştım, kilitlemiştim. Onlar demişler: “Biz istifa ederiz, onun kapısını kırmayacağız.” Dönmüşler, gitmişler.

Demek bu hususi zelzele, müdafaatımdaki zelzeleler gibi Risale-i Nur’la alâkadardır ki bu defa hususi kaldı hem şiddetiyle beraber zararsız geçti. Eğer Nur’un buradaki küçücük medresesinin kapısını kırsaydılar elbette tokat ciddi olacaktı, yalnız ihtar için olmayacaktı.

Gerçi bu taarruz cüz’î ve hafif idi fakat ben gizlemem ki hiç bu defa gibi damarıma dokunmamıştı. Fakat Nur ve Nurcuların hatırı için hârika tahammül ettim. Çünkü o bedbaht, hükûmette, vazife sandalyesinde bana şetmedip hizmetçime der: “Git, ona söyle!” Hükûmetin nüfuzunu serseri şahsına mal ederek meydan okumuş ve Eski Said’in bende irsiyet kalan damarıma çok ilişti. Fakat fevkalâde ehemmiyetli olan sükûn ve temkin ve itidal-i dem ve sabır ve tahammülün kat’î lüzumu beni teskin etti.

Sâlisen: Marangoz merhum Barlalı, hârika sadakatli Mustafa Çavuş’un tam yerine geçen Medrese-i Nuriyenin tam çalışkan kahramanlarından Marangoz Ahmed’in benim için Sava’nın Davraz Dağı’nda berzahî ve uhrevî bir menzil, bir mezar düşünmesi ve yazması, beni çok sevindirdi ve hazînane ağlattırdı.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Tekrar mübarek ramazanınızı tebrik ederiz. İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerîmesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeye fedakârane deruhte etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara ettikleri kıymettar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekellah ve veffekakümullah deriz. (Hâşiye[2])

***

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim!

İnebolu kahramanlarının tebrik mektuplarında iki tevafuk ve iki kuşun garib ziyaretleri çok manidardır. Evet, benim bir tek mektubumu yazan bir tek adamın hükûmetçe araştırılması ve ehemmiyetle bakılması tazyiki zamanında, şahsımdan binler derece daha ziyade konuşan ve tesirli ders veren Risale-i Nur’un Zülfikar-ı Mu’cizat’ın bin nüshaları ve bin dille ve binler mektubatıyla şimdiye kadar çok rakipleri bulunan ve takip edilen ve mümaşata tenezzül edemeyen Ahmed Nazif’in kalemiyle serbest ve mümanaat görmeden yazılmasına; değil yalnız kuşlar belki melekler ve ruhanîlerden bir kısım, temessül edip bu hârika muvaffakıyeti tebrik etseler yine çok değil.

Biz dahi o küçük Isparta kahramanlarına binler bârekellah ve mâşâallah ve veffekakümullah deriz. Bütün ruh u canımızla onları tebrik ederiz ve bu pek büyük vazifede ihtiyat ve dikkatin lüzumunu ihtar ederiz.

***

İnebolu civarında bulunan ve Nurlara güzel kalemiyle çok hizmet eden kardeşlerimizden Mehmed Zekeriya’nın bir mektubunu aldım. Endişelerimi izale edip beni mesrur eyledi. Şimdi Nurların bir vazifesi olan, çocuklara Kur’an okutmak ve iman derslerini vermek hizmetiyle meşgul olduğunu yazıyor. Ona yazınız ki: Bu hizmetin, aynen eskide Nurlara çalışmanız gibi kıymetlidir.

Hem senin yazdığın kesretli risaleler, senin bedeline Nurların neşrine hizmet ederler. Merak etmesin; o, eski makamını muhafaza ediyor.

***

Bugünlerde rahatsızlık için Evrad-ı Bahaiye’yi ezber değil, kitaba bakarak okudum. Âhirinde ihtitam-ı Bahaiye olan hâtimesini bilemediğimden eskiden beri okumuyordum. Haydi bu defa bunu da okuyayım dedim. Gördüm ki: Bir sahifede ve uzun altı buçuk satırında, on dokuz defa “nur, nur, nur” kelimeleri… Kat’î kanaatim geldi ki: Şah-ı Nakşibend, Gavs-ı A’zam gibi Risale-i Nur’u ve kudsî hizmetini keşfen müşahede edip tahsinkârane haber vererek ona işaretler ediyor. Ben de yalnız o altı satırı ve baştaki satırı ve âhirdeki satırı ile otuz senelik Bahaiye virdime, o meleklerin Nurların intişarına muavenetleri niyetiyle ilhak eyledim.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Isparta’nın acib yangınında musibetzedelerin elemlerine ben cidden iştirak ediyorum. Çünkü müteaddid vecihle ben Ispartalı olduğum gibi o mübarek şehir, taşıyla toprağıyla nazarımda çok ehemmiyeti var ve Nurların Camiü’l-Ezheri ve Medresetü’z-Zehrasının merkezi hükmündedir.

Benim tarafımdan o musibetzedelere deyiniz ki: “Nass-ı hadîsle, böyle musibetlerde ehl-i imanın zayi olan malları tam sadaka hükmündedir. Hususan bu zamanda, yüz sadaka kadar o fâni malları, bâki ve daha çok ebedî mallara inkılab ederler. Onun için sabır içinde bir cihette şükretmek gerektir. İnşâallah dünyada dahi o keffaretü’z-zünub olan zayiatın yerine Erhamü’r-Râhimîn ihsan eder. Geçmiş olsun, başınız sağ olsun, faydasız merak etmeyiniz.” deyiniz.

Sâniyen: Bu çeşit kazaların bir sebebi, beşerin çirkin bir hatası bulunmasından bu ramazan-ı şerifin hürmetini ve kıymetini muhafaza etmek ve Nurları himaye etmeye, her yerden ziyade Nurların menbaı ve medresesi olan Isparta borçludur ve vazifesidir. Ve sefahetlere karşı şeair-i İslâmiyeyi muhafaza etmekle mükelleftir.

***

Hem mesela لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ beyanında “Bu hitap zahiren Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâma müteveccih ise de zımnen hayata ve zevi’l-hayata râcidir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-i Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem ism-i a’zamın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.

Hem mesela, felsefeye temas eden bazı cümleler “Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılab etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş.” gibi tabirler, icad ve hilkat-i İlahî noktasında felsefîdir ki Risale-i Nur’un sanat ve icad-ı İlahî cihetindeki beyanatına münasip düşmüyor.

Kardeşim Abdülmecid!

Her ne ise bu küçücük kusurla beraber sen, haşir hakkında, Nur’un emsalsiz hüccetlerinden tam ve mükemmel bir ders alıp Eski Said’in mümtaz bir şakirdi olduğun gibi inşâallah Risale-i Nur’un dahi mükemmel bir şakirdi ve dikkatli bir muallimi olacağına kuvvetli bir hüccettir. Ben müsait bir vakitte bazı kelimeleri ya ıslah veya ta’dil ederek “Haşir Meselesine Bir İzahlı Hâşiye” namında Lâhika’ya dercetmek için senin gibi Nur’dan tam ders alanlara göndereceğim.

Sen evlatlarınla beraber başta Fuad, her gün dualarımda ve manevî yanımda bulunuyorsunuz. Ve senin şimdi vazife-i resmiye cihetiyle çocuklara Kur’an-ı Azîmüşşan’ı okutmanı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum. Bin bârekellah derim.

Hem civarınızda hem memlekette bütün dost ve akrabalara selâmımı tebliğ ediniz. Şimdi Zülfikar-ı Mu’cizat ve Asâ-yı Musa mecmuaları teksir makinesiyle iki merkezde tabedilmesinden, sen bütün kuvvetinle ve tashih cihetinde güzel kalemin ile ve dikkatli ilmin ile tam alâkadar ol.

Kardeşiniz Said Nursî

***

Re’fet ameliyat oldu mu? Ne haldedir? Merak ediyorum. Ona çok dua edildi. Savalı kahraman Ahmed’in kerîmesi Hatice’nin yazdığı Asâ-yı Musa mecmuasını kahraman Tahirî, İstanbul’da birisine emaneten bırakmış. O nüsha hanımları Nurculuğa teşvik ettiği için zayi olmasın. Muattal kalmışsa, lüzum kalmamışsa bana gönderilsin.

***

Ramazanınızı, Leyle-i Kadrinizi hem bayramınızı tebrik ederim.

Kastamonu’da iken nasıl her gün dualarımda ve manevî kazançlarımda Nur’un has şakirdlerinden Âsiye, Ulviye, Lütfiyeler, Zehralar, Şerifeler, Hacerler, Necmiyeler, Nimetler, Aliyeler hissedar olmak için manen yanımda bulunuyordular; aynen şimdi de öyledirler.

Ben sizleri unutmuyorum. Hattâ bugünlerde birden Ulviye, Lütfiye’yi merak ettim. İkinci gün, ikisinin de mektuplarını, hediyelerini aldım; bunların sadakatlerine bir emare oldu. Eskiden beri âdetim hediyeleri kabul etmemek ile beraber, sizin cübbe ve yeleğinizi bu geceki Leyle-i Kadirde giyip Âsiye ile beraber Kastamonu’daki bütün Nur şakirdleri namına kabul ettim. Fakat kaideme muhalif olmamak için ona mukabil, Emin’de bulunan risalelerimden Lütfiye, Ulviye istediklerini alsınlar veyahut benim hesabıma Mehmed Feyzi ve arkadaşları onların beğendiklerini yazsınlar.

Benim yanıma çok defa gelen bu hemşirelerimin masum evlatları, Nur şakirdlerinden masumlar dairesinde dâhildirler ve çok defa hatırlıyorum.

***

Hadsiz şükür ve hamd ü sena ediyorum ki sizlerin bu mektuplarınız hem Hüsrev ve arkadaşlarına ve makinelerine hem Nazif ve yardımcılarına ve makinesine ve bu kudsî yeni hizmette devam edebilmelerine ait sıkıcı çok endişelerimi izale ettiler. Binler elhamdülillah.

Hattâ mektuplarınızı aldığımdan bir gün evvel, araba ile gezmeye çıkmıştım. Birden, Kur’an’ın medhine mazhar olan hüdhüd-ü Süleymanî kuşu bir müjde vermek istiyor gibi on beş dakika kadar yolumuzu takiben sağa ve sola ve yola konup uçup yine gelip; hiç bu acib tarzı görmediğimiz surette, kanaatim geldi ki yarın beni mesrur edecek bir haber alacağım. Beni gezdiren Nureddin’e dedim. O da benim gibi o kuşun o garib vaziyetinden hayret ediyordu. Birden, biz onun sırrını ifşa ettiğimizden kayboldu.

İkinci gün hem tesellikâr Nazif’in mektubunu ve makinesinin yeni mahsulünü hem Abdurrahman Salahaddin’in medar-ı merak mektubunu ve bana şapka için Ankara’da sıkıntı veren Vali Nevzad’ın intiharıyla, kendi tokadını ve cezası kendi eliyle verilmesini ve Zülfikar hizmetine hiçbir taarruz olmadığını ve devam ettiğini hem Medresetü’z-Zehranın kahramanları hiç telaş etmeyerek Zülfikar’a devamlarını ve hakikat-i hali beyan etmelerini ve çok alâkadar olduğum Atabey kahramanlarının ve Lütfü vârislerinin ve büyük merhum Hâfız Ali’nin vekil ve vâris ve hizmet-i Nuriyede muktedir arkadaşlarının, Tahirî ve Abdullah Çavuş’un tebrik mektuplarını ve Aliköyü’nün imamı Ali’nin bu yeni taarruzda pek merdane ve Nur şakirdlerine lâyık bir tarzda ve hükûmette suallerine karşı manidar ve hakikatli cevaplarını aldım ve dedim: İşte hüdhüdün müjde sözü doğru çıktı.

Nasıl ki Asâ-yı Musa risalesi tabiatta boğulanları dalaletten kurtarıyor ve bu zamanda herkese hususan şüpheye ve inkâra düşenlere lâzımdır ve tiryaktır; öyle de Zülfikar, ehl-i imana ve ehl-i ilme ve bilhassa hâfızlara elzemdir. Her bir hâfız-ı Kur’an, bu mecmuaya bu zamanda şiddetle ihtiyacı var. Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını beyan eden bu eser, her hâfızın elinde bulunmalı.

Şimdiye kadar hiçbir zaman tarih göstermiyor ki Risale-i Nur gibi pek çok taifelere ve mesleklere hücum eden, bu derece, pek az ve hafif tenkitle kurtulmuş olsun. Hattâ yüz derece daha az zahmetle, yüz derece kudsî hizmet ve mücahede mukabilinde, küçük ve muvakkat ve netice itibarıyla hayırlı bir iki hapis ve iki üç inayetli ve fütuhatlı musibet gördüler.

Umuma binler selâm ve muvaffakıyetlerine dua…

***

Kanaatim geliyor ki bu sıralarda biz Zülfikar’ı ve Asâ-yı Musa’yı pek çok teksir etmeye mecbur olduğumuz hengâmda ve temiz olmayan matbaacılar dahi çekinmeleri aynı zamanda bu acib makine kolayca elimize verilmesi, o iki mecmuanın makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve inayet-i İlahiyenin bir hârika ikramıdır ve Nurların kerametidir.

Evet, bir âdi mektubum için “Kim yazmış?” diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekiz yüz sahifeyi bin beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtiptir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler, her biri bir iki nüshayı ıslah etsin.

Bir zaman bir memlekete şimendifer geldiği vakit, arabacılar telaş edip dediler: “Bizim sanatımız bozuldu.” Halbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette faaliyet çoğaldığından faytonculuğa iki kat ziyade ihtiyaç olmuş. İnşâallah onun gibi Nur yazıcıları değil tevakkuf belki daha ziyade yazı ile defter-i a’mallerine hasenat kaydedecekler.

***

Ben ehl-i siyasetin her nevi taziplerine karşı حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ deyip sabır ve tahammüle karar vermişim. Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba şimdi de o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eski gibi ise ve Nurlara zararı yoksa ve Nur’a faydası muhtemel ise ve dost ise benim selâmımı ona tebliğ edebilirsiniz. Fakat madem ehl-i siyaset, hayat-ı bâkiyesi için Risale-i Nur’a müracaata tenezzül etmiyor; o hayata nisbeten beş paralık olan bu hayat-ı fâniye için onlara müracaata ben de tenezzül etmem ve istirahatim için şekva ve rica etmem.

***

Merhum Büyük Ali’nin tam vârisi ve tam bir sistemi ve merhum Abdurrahman’ın tam misli ve halefi ve mübareklerin pehlivanı ve kahramanı Küçük Ali’nin iki büyük ve pek güzel hediye-i Nuriyesini aldık. Fakat Zülfikar’ın âhirinde Hizb-i Nuriye’nin parçası yazılmamış; o parçayı da o hârika kalemiyle yazsın, bana göndersin.

***

Hâşiye: Memleketimizde medrese talebelerinden birisi bir kitabı bitirse veya başlasa bir tatlı veya yemek meftuhane veya mahtumane diye vermek âdettir. Aynen bu kaideyi Kâtip Osman’ın üzümünde gördük. Onun yazdığı Asâ-yı Musa’nın tashihini bitirdiğim aynı vakitte mahtumanesi olarak bu üzümün gelmesi, tatlı bir latîfe ve şirin bir hatıra-i hayat-ı medresiye oldu.

Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddi yapışıyorlar. Ben “kardeşlerim” dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kasdederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hiç merak etmeyiniz. Yalnız duanızı almak için şimdilik şiddetli ve sû-i kasd eseri olarak evvelce size yazdığım gibi hastalığımı beyan ediyorum. Fakat kat’iyen telaş etmeyiniz. Hadsiz şükür olsun ki hem evradıma hem vazife-i tashihe mani olmuyor. İnşâallah büyük bir sevap ve hayır var içinde. Ben kendim, bundan bir cihette memnunum; siz de hiç müteessir olmayınız. Zaten benim vazifem bitmek üzeredir.

Risale-i Nur hususan mecmuaları, her bir nüshası, Said’e karşı hüsn-ü zannınızın fevkinde onun vazifesini görebilir ve görüyor. Ve Nur şakirdlerinin haslardan her bir fedakârı, o Said’in vazifesini mükemmel görebilir. İnşâallah ileride tam görecekler. Bir Said içinizde noksan olmakla, yüzer manevî Said olan mecmualar ve binler maddî Saidler, içinizde hâlis ve mükemmel o vazifeyi görebilirler ve görüyorlar.

Bu hakikate binaen, benim şahsıma ve başıma gelen hâdiselere çok ehemmiyet vermeyiniz. Yalnız çok dua ediniz; zaaf ve ihtiyarlık ve ziyade teessüratıma, bence makbuliyetleri şüphesiz olan dualarınızla yardım ediniz.

Kahraman Tahirî’nin Nurcu masume, merhume, mübarek Hicret’i dünyadan cennete hicret etmesi, hakikaten beni mahzun eyledi. Öyle bir Nur şakirdi ve masum taifesinin ehemmiyetli bir çalışkanı gitmesi, Nur hesabına da beni müteessir etti. İnşâallah onun yerine çoklar girecek, yerini boş bırakmayacaklar. Nasıl ki şimdiden Uşaklı küçücük Haydar meydana çıktı, hicret eden hemşiremin vazifesini göreceğim diye bizi mesrur eyledi. Cenab-ı Hak, Hicret’in peder ve validesine ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan edip Hicret’i onlara şefaatçi eylesin ve o merhumeyi de merhume hemşirem Hanım’la cennette mesrur eylesin, âmin!

Uşaklı Haydar’a benim tarafımdan onu tebrik ve Nur hizmetinde tevfikine dua ettiğimi ve Nur’un masumlar taifesi içinde dâhil olduğunu bildiriniz ve onun hocası İzzet’e de pek çok selâm ediyorum.

***

Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir meseleyi, çoktan beri size söylemek lâzım iken unutmuştum. O da şudur: Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ndeki ekser âyetler, her biri ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî, insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir.

İşte Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar, i’cazın lemaatı ve belâgat-ı Kur’aniyenin kemalâtının menşeleri olduğunu, ilmî kaideleri ile ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeyerek cevab-ı kat’î verilmiş. وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى ۞ وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi… Yalnız Yirminci Söz’ün Birinci Makam’ında üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.

Hem o Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi de gerçi gayet muhtasar, acele yazılmış ise de fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u arabiye noktasında âlimlere hayret verecek derecede âlimane ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini, her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş haletler içinde telif edildiğinden, ifade ve ibaresinde kusur var olması ile beraber ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.

***

Madem Risale-i Nur, makine ile taammüm etmeye başlamış ve madem felsefe ve hikmet-i cedideyi okuyan mektepliler ve muallimler çoklukla Risale-i Nur’a yapışıyorlar. Elbette bir hakikat beyan etmek lâzım geliyor. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.

İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’an’ın mu’cizekâr hakikatleriyle muaraza ettiği için Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler, Risale-i Nur’a itirazsız çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.

Fakat gizli münafıklar nasıl ki bir kısım hocaları bütün bütün manasız ve haksız bir tarzda, ehl-i medresenin ve hocaların hakiki malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal ettikleri gibi; bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip Nurlar aleyhinde istimal etmek ihtimaline binaen, bu hakikati Asâ-yı Musa ve Zülfikar mecmualarının başında yazılsa münasip olur.

***

Safranbolu Eflani nahiyesi Mülayim köyünde mütekaid muallim bir kardeşimiz ve Nur’un has şakirdi, Nurların neşri ve tabı için âdeta sermayesinin kısm-ı a’zamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben bu hâlis ve has kardeşimizin fedakârane ve hâlisane ricasını reddedemiyorum ve dünya malları kaide-i şahsiyeme girmediği ve muavenetleri kendime kabul etmediğim için bu işteki maslahatı da bilemiyorum. İki Isparta’nın kahramanlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve arkadaşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale ediyorum. Nur’un neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mani olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği miktarı veyahut bir kısmını iki hisse ile biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine verilsin. Onun istediği gibi ya teberru veya ileride başka muavenet edenler gibi bir mukabele nevinde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek suretiyle o has kardeşimizi memnun edersiniz.

***

Rumuzat-ı Semaniye’yi yazdığım zaman hem çok acele telif edilmiş hem benim eski mahfuzatıma itimat ederek, takribî iki mikyas yaptım. Onunla hem eski ulemanın hesaplarına binaen hurufat-ı Kur’aniyenin i’caz cihetinde esrarını yazdım. Sonra meşhur Kamusü’l-Lügat sahibi Mecdüddin-i Firuz Âbâdî’nin “El-Mikyas” namındaki tefsir-i meşhuru ve makbulünün hurufat ve kelimat-ı Kur’aniyeye dair beyanatına baktık, yüzde doksanı bizim hesabımıza tevafuk etmiş. Yalnız beş on yerinde muhalefet gördük. Sonra tahkikî bir hesap yaptım. Bizimki doğru, onunki matbaaların sehvi olduğu tahakkuk etti.

Madem böyle azîm yekûnlerdeki tevafuklarda küçük küsuratlar ve küçük farklar zarar vermez diye daha tam tamına tahkikî bir tarzda bütün Kur’an’ı, bütün hurufatıyla ve kelâm ve kelimatıyla hesap etmeye ve letaif-i i’caziyeyi onunla tam takviye etmeye vakit bulamadım. Zalimler, bana vakit bırakmadılar. Ben de o takribî mikyaslarımla ve mahfuzatımla ve eski ulemanın hesaplarına ve Kenzü’l-Arş Duası’ndaki adetlerime iktifa eyledim.

***

Nazif Çelebi’nin İnebolu hâlis kardeşlerimizin namına bayram tebriği ile ve Zülfikar’ın gayet dikkat ve ehemmiyet ve ihtiyatla devam-ı hizmeti ve Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi de bitirip zeyllerinden bir kısmını da tamam etmesi ve Abdurrahman Salahaddin’in Amerika misyonerlerine dört beş ay okutturduğu Asâ-yı Musa ve Mu’cizat-ı Ahmediye’yi emin bir vasıta ile bizim namımıza Camiü’l-Ezhere hediye edip göndermesini ve ehemmiyetli bir Nur şakirdi Ahmed Kureyşî’nin onların makinesinin masrafına yüz banknot vermesini beyan eden bir mektubunu aldım.

Bu kahraman Nazif kardeşimize ve gayet ciddi ve sebatkâr ve tam alâkadar İnebolu Nurcularına ve Ahmed Kureyşî ve rüfekalarına hem bayramlarını hem devamlı hizmetlerini hem yüksek sadakatlerini hem Zülfikar’ın tab ve muvaffakıyetini hem Salahaddin’in Camiü’l-Ezherle Medresetü’z-Zehranın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Ve hizmetlerini tam makbul eylesin, âmin!

***

Camiü’l-Ezher ulemasına gönderilen iki nüsha benim tashihimden geçmemiş olduğundan, bazı harekeler ve Arabî kelimelerde sehivler elbette vardır. Hususan âhirdeki Arabî Hülâsatü’l-Hülâsa harekelerinde ilm-i nahivce, başka nüshalarda müteaddid sehivler gördüm. Onun için tam Arabî hocalarının tetkikinden geçmiş birer nüsha Asâ-yı Musa (Hâşiye[3]) ve Zülfikar’dan, münasip gördüğünüz zaman Camiü’l-Ezhere göndermekle beraber; onlara yazınız ki:

Nur Risalelerinin Medresetü’z-Zehrası, Camiü’l-Ezherin şefkatine çok muhtaç bir mahdumudur, bir talebesidir; şiddetli düşmanların hücumuna hedef olmuş bir şakirdidir ve bütün medreselerin başı ve âlem-i İslâm’ı daima tenvir eden o büyük Camiü’l-Ezherin küçük bir daire ve şubesidir. Onun için o âlîkadr üstad ve müşfik peder ve hamiyetkâr mürşid-i a’zam, bîçare evladına ve şakirdlerine tam yardım etmesini onların ulüvv-ü himmetinden bekliyoruz. O pek büyük Üstadımıza takdim edilen iki kitap ise bir talebe, dersini ne derece anlamış diye akşamda babasına ve üstadına yazıp vermesi gibi; o iki dersimiz, o şefkatli allâmelerin nazar-ı müsamahalarına arz edilmiş, diye bu mektubu yazarsınız.

***

Pek çok alâkadar olduğum ve Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir merkezi ve az zamanda, pek çok Nur işini gören Denizli Hüsrev’i ve gayet ciddi ve sadık rüfekaları hususan hâkim-i âdil ve Muharrem ve Hâfız Mustafa vesairenin namına bayram tebriğiyle, Hasan Feyzi’nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyan eden bir mektubu, çok ehemmiyetli bir kardeşimiz olan Muharrem’den aldım.

Kanaat-i kat’iyem geldi ki Hasan Feyzi, aynen şehit Hâfız Ali (rh) gibi benim musibetimin kısm-ı a’zamını kendine alıp manevî bir fedakârlık eylemiş. Hâfız Ali benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku, kuvvetli bir emaredir ki bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, manen hastalığımı kısmen kendine aldı. Bu dört cihetle tevafuk içinde yalnız bir fark var. Benimki zehirden, tesemmümden; onunki soğuktan gelmiştir.

Elbette Hastalar Risalesi bizim bedelimize onu teselli edip iyadetü’l-mariz gibi keyfini sormuş ve hastalıktaki büyük sevaplar ve sıkıntılarını sürura kalbetmiş. Cenab-ı Hak şifa-i âcil ihsan eylesin, âmin!

***

Bir zaman Barla’da temsil için yazdığım bir risalede: İki adam, İstanbul’a gidecek. Birisinin yüzde doksan dokuz dostu İstanbul’dadır. Onun için oraya iştiyakla gider. Öteki onun aksi, ilh. mealinde bir şey yazılmış. Şimdi aynen bu hastalığımın ihtarıyla, geçmiş zamana geçtim ve o zamanlarda hayatımı geçirdiğim memleketlerde de hayalen gezdim. O şirin hayatımın devirlerinde, her memlekette yüz dostumdan ancak bir ikisini görebildim. Ötekiler, berzah memleketlerinde… Hattâ kendi Nurs köyümde, bir tek amcazadem ve talebem Molla Davud da (rh) eski ahbaplarım, akrabalarım yanına berzaha gittiğini gördüm. Yirmi seneki ayrı ayrı ikinci vatanım sayılan Barla, Kastamonu gibi yerlerde, üç kısım dosttan ancak iki kısmını gördüm; ötekiler de gitmek üzeredirler.

Bu hayalî hakikate binaen, hakikaten Nurların ışığıyla nurani gördüğümüz berzaha gitmek, bana değil ağır gelmek belki bir iştiyak verdi. Benim bedelime hem vazifemi görüp hem sevap kazandıracak yüzer Hüsrevler, Tahirîler, Mustafalar, Nazifler, Osmanlar, Abdurrahmanlar, Aliler, Sabriler, Feyziler, Ahmedler, Mehmedler, Âtıflar, Mustafalar, Sadıklar, Osmanlar ve hâkeza Nurların bahadırları dünyada arkamda kaldıkları, ölümü bana çok hafifleştiriyorlar. Yalnız günah cihetinde ölüyorum, hasenat cihetinde yaşıyorum diye Allah’a hadsiz şükrediyorum.

***

Evvelen: لِكُلِّ مُصٖيبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Risale-i Nur’un kahramanlarından ve Hâfız Ali’nin makamına geçen merhum Hasan Feyzi’nin vefatı; Denizli’ye, Risale-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i İslâm’a büyük bir zayiattır. Fakat kendisi, pek samimi ve hâlis ve fevkalâde beyanatıyla ve dersleriyle, inşâallah kendi yerinde çok Hasan Feyzilerin yetişmesine bir zemin ihzar etmiş, sonra gitmiş. Aynen biraderzadem Abdurrahman gibi bir iki senede on sene kadar Nurlara kıymetli hizmet etti. Güya o da Abdurrahman da çabuk dünyadan gideceğiz diye on senelik vazifeyi bir iki senede gördüler.

Ben, merhum Hasan Feyzi’nin vefatını onun şahsı itibarıyla tebrik ediyorum ve Denizli’yi ve Nur dairesini ve bu memleketi cidden taziye ediyorum. Bu çeşit zülcenaheyn ve hakiki mü’min ve müdakkik bir âlim ve yüksek bir edib muallim ve tesirli bir vaiz ve müderrisi kaybettiği için büyük bir musibettir. Cenab-ı Hak, inşâallah Denizli gibi kahramanlar ocağından çok Hasan Feyzi ruhunda Nurlara sahip ve nâşir çıkaracak. Bir tane toprak altına girer, vefat eder fakat yüz tane sümbülünde meydana geldiği gibi; rahmet-i İlahiyeden ümitvarız ki Hasan Feyzi de öyle kudsî bir sümbül verecek. Çok Hasan Feyziler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyade yapacaklar.

Sâniyen: Bu kahraman kardeşimizin, hayatta kaldığı gibi defter-i hasenatına her birimiz, manevî kazançlarımızı –umumda olduğu gibi hususi bir surette dahi– o kardeşimize hediye etmeliyiz. Ben kendim onu da Hâfız Ali, Hâfız Mehmed ve Savalı Ahmed ve Mehmed Zühdü’nün beşincisi olarak evliya-i azîmenin has dairesinde manevî kazançlarımı ona da bağışlamaya karar verdim.

O zatın ağır şerait altında Nurların intişarına büyük hizmetler eden Nur hakkındaki fıkraları, Lâhika’da olduğu gibi münasip gördüğünüz bazı mecmuaların âhirine de o tesirli mektuplarının birer tanesini ilhak ediniz. Nasıl ki Asâ-yı Musa ve Zülfikar’da yazılıyor tâ onun o canlı fıkraları, onun bedeline Nurlara hizmet etsin.

Hem benim bedelime onun küçücük medrese-i Nuriyesi olan hanesindeki akrabasına ve Denizli ve civarındaki büyük medrese-i Nuriyedeki refiklerine ve talebelerine ve Nur şakirdlerine taziyemizi tebliğ edip deyiniz ki: Ben bütün ömrümde, bu derece, bir vefattan bu kadar müteessir olup ağlamamıştım.

Hem size bundan evvel yazdığım mektuptaki şiddetli hiddetim ve dimağımdaki perişaniyet, şimdi tahakkuk etti ki o kahraman kardeşimizin vefatı gününden başlamış. Hattâ o tesir, ihtiyarımı selbetmişti. Öleceğim diye hizmetçiye vasiyetimi söyledim. Demek ikinci bir ruhum hükmünde, Hasan Feyzi benim bedelime ölmüş ve ölüyor. Hattâ onun vefat mektubu, bütün bütün âdetime muhalif bir buçuk saat elimde iken açamıyordum. Her ne ise…

Bütün bu elîm acılara mukabil, inayet-i İlahiye imdada geldi hem kendimi hem onu hem Nurcuları mesrurane ruh u canımızla taziye içinde tebrik ettim. Bin bârekellah ve binler rahmetullah dedim, terhisini alkışladım.

Sâlisen: Merhum Hasan Feyzi’nin berzaha gitmesi ve vazifesi münhal kalması ve mekteplileri Nurlara sevk eden yüksek muallimlik ve mektep fünununda mütefenninlik sıfatları, çok mekteplilere bir parlak numune-i iktida olması cihetini teessüfle düşünürken; birden aynı sistemde hem muallim hem iki mahdumuyla Nurcu hem Hasan namında hem bu iki Hasanlar gibi müstesna ve fedakâr bir muallim olan Ahmed Fuad’ı Nur dairesine girmeye vesile bulunan Dadaylı Hâfız Hasan’ın üç seneden beri hiç mektubunu almadığım ve halini ve Nurlara devamını bilemediğim halde, bir mektubunu aldım. Dedim: Bir muallim Hasan gitti, yerine bir muallim Hasan ve çok fedakâr diğer bir muallim Ahmed geldi.

Aynı vakitte, hacca gidip yeni gelen Bolvadinli bir Hasan yanıma geldi. Nur dairesine girdi, risaleleri aldı, tenevvür etmeye başladı.

Üç dört saat sonra, Emirdağı’nın bir Hüsrev’i ve Feyzi’si, çok hayırlı olan tabip Hayri yanıma geldi. Dedi: “Buranın ehemmiyetli bir mektep muallimi Abdurrahman, bu muallim aynen Feyzi kadar Nur’a hizmet etti, Nurlara talebe olmak istiyor. Kabul etseniz Asâ-yı Musa’yı vereceğiz.” Dedim: Veriniz.

Hem o merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden kardeşimiz Mustafa Osman’ın o günde gelen mektubunu gördüm ki Kastamonu Lisesini kısmen bir cihette şereflendiren ve şimdi dârülfünunu nurlandırmaya çalışan mektepli Mustafa, Nur makinesi münasebetiyle Nurlara zarar gelmemek için matbuat kanununu hatırlatıp ihtiyatkârane muhaberesinden bahsediyor. (Hâşiye[4])

Ben dedim: Hadsiz şükür olsun ki bir muallim terhis edildi, onun bedeline iki Hasan ve iki Mustafa ve üç muallim ve bir çalışkan müteallim, vazifeleri içinde Denizli kahramanının vazifesini görüyorlar. İşte bu hal işaret eder ki: Nasıl Hâfız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi, acısını unutturdu; öyle de bir Hasan Feyzi gitti, yerine bir dârülfünun gelecek, inşâallah acısını unutturacak.

Umum kardeşlerime selâm…

***

Evvelen: Kahraman Nazif’in ve hakikaten Nazif ruhunda ve sadakatinde kendi arkadaşlarının makine ile vesair cihette Nur’a hizmetleri, bu memleketi cidden minnettar edecek bir vaziyettedirler. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Hususan makinelerinin mahsulatı hem ziynetli hem açık hem sıhhatli (Hâşiye[5]) olmasından büyük bir muvaffakıyettir. Cenab-ı Hak Nazif’e çok Salahaddinler, İbrahimler vermiş.

Benim kendi hattımla Zülfikar’ın başında bir parça yazımı istiyor. Gönderdiği yağlı dört sahifeyi, kendi yazımla bu rahatsızlığım zamanımda bizzat yazamadığımdan ben söyleyip benim daimî kâtibim yazsın. Bazı kelimeleri ben yazacağım.

Nazif kardeşimizin hem İstanbul hem İnebolu Nurcularının namına bayram ve yeni sene tebriği hesabına gönderdiği maddî üç nevi teberrükü aldım. Onların umumu namına âdetime muhalif olarak kabul ettim. Allah onlardan razı olsun, âmin! Onların hatırı için kaidemi kırdım. Ve manevî ve firdevsî olan Nur Zülfikar’ı ikinci Salahaddin olan Küçük İbrahim’in namına ve ekseriyet-i mutlaka Sözler’i gayet güzel bir surette yazan ve Nazif sadakatinde ve alâkasında bulunan kardeşimiz Mustafa Osman’ın umum Safranbolu Nurcuları namına gönderilen iki mecmuayı da beraber aldık.

Cenab-ı Hak Zülfikar’ın ve o iki mecmuanın harfleri adedince onların, İbrahim ve Mustafa ve İzzet ve refiklerinin ve yardımcılarının defter-i a’maline hasenatlar yazsın ve her harfine mukabil yüz rahmet eylesin, âmin!

Hakikaten Mustafa Osman, ehemmiyetli ve çok gayretli iki cenah buldu. Nazif’in Salahaddin’i ve İbrahim’i gibi; muallim Ahmed Fuad’ı ve dârülfünundaki Mustafa Oruç’u bulmuş; o iki cenahla, inşâallah Nur hizmetinde çok iş görecek. Hattâ Mustafa Oruç’la muallim Ahmed Fuad gibi zatların bu sırada tesirli bir surette hizmet-i Nuriyeye geçmeleri, Denizli kahramanı Hasan Feyzi’nin vefat acısını bir derece izale ediyorlar.

Küçük İbrahim, Nazif’e ikinci bir Salahaddin hükmüne geçip çoluk çocuğuyla, kardeşiyle ve refikasıyla Nur’a ve makineye pek ciddi çalışması, mektubunda namları bulunan Salih ve Gülcü Hüseyin ve Osman ve Zühdü ve İzzet ve Ömer ve sair oradaki Nurcuların sebatkârane, sarsılmadan Nur hizmetinde terakki etmeleri bizleri çok mesrur ettikleri gibi; bu memleketi de ileride çok minnettar edecekler. Mâşâallah İnebolu, küçük bir Isparta ve tam bir medrese-i Nuriye olduğunu ispat ettiler.

Sâniyen: Nurs köyü ve Nursî lakabımla ve Nurlarla münasebettar üniversite mektebinin pek gayretli bir Nurcusu ve bir Abdurrahman ve bir Salahaddin kabiliyetinde Mustafa Oruç’a evvelce eski harfle gönderdiğimiz mecmualardan sonra, yeni harfle sekiz dokuz parçayı da onun istemesi ve “Üniversite talebeleri çok muhtaç ve müştaktır.” demesi üzerine gönderdik. Fakat o genç şakirdin tecrübesi az olmasından, Nurların himayesine kâfi gelmediğinden ve lâyık ellere vermek ve muattal kalmamak için Nur şakirdleri hususan İstanbul’a yakın olan veya uğrayan veyahut İstanbul’un içinde bulunanlar, Nur’un neşir ve himayesinde ona yardım etmek lâzımdır.

Sâlisen: Denizli’nin bir manevî kahramanı merhum Hasan Feyzi’nin (rh), Isparta kahramanı merhum Hâfız Ali’nin (rh) yanına gitmesi gerçi bizi çok müteessir ediyor fakat onun gayet has bir talebesi ve Nur’un hâlis bir şakirdi sıddık Muharrem’in dediği gibi deriz:

O, bir cihette ölmemiş belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzaha istirahat için gitmiş, terhis edilmiş. Hâfız Ali ile beraber manen, şefaatleriyle ve bıraktıkları tesirli Nur hakkındaki eserleriyle yardım ediyorlar; yine manen Nur’a çalışıyorlar. Elbette manevî şehit hükmünde olmalarından “Meyve”nin On Birinci Mesele’sindeki ilm-i nahiv talebesinin kendini medresede bildiği gibi; Hâfız Ali ile Nur hakikatlerinin müzakeresi ve vefat eden Nurcuların dairesinde meşgul olmalarını, merhamet-i İlahiyeden kuvvetle ümitvarız. İnşâallah Cenab-ı Hak, onun vazifesini dünyada gördürecek, Nur dairesinde çok Hasan Feyzileri yetiştirecek. (Hâşiye[6])

Yalnız o mübarek kardeşimiz, benim gibi resmî ilaçlardan çekinmediği için bir sehivdir. Ben ondan ziyade ızdırapta iken “Nurcuların duası yeter.” diye maddî ilaçları aramadım ve hastalık hakkında kimsenin fikrini alıp evham etmedim. O merhum kardeşimiz, bu noktada bana muvafakata muvaffak olamamış. Nurlar hakkında parlak fıkralarında, bu bîçare kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti. Ben hem onun akrabasını hem Muharrem gibi kıymetli, ciddi talebelerini ve Denizli ve civarı Nurcularını tekrar taziye edip bizler gibi onlar da o merhumu hasenatlarına hissedar ederek hasenat cihetinde ölmemiş gibi defter-i hasenatına haseneler yazdırsınlar diyerek umum onlara binler selâm ve ona binler rahmet deriz.

Râbian: Bir zaman bin kalemle Nurlara çalışan Sava kahramanlarından ve Nur’un ehemmiyetli şakirdlerinden Mustafa Yıldız’ın hüdhüd-misal kuşu “Hüdhüd-ü Süleymanî” nevinde Nur işleri hakkında hârika vaziyetleri göstermek acib değil, çok emsali var. Kuşların Nurlarla alâkadarlıkları, çok hâdiselerle tahakkuk etmiş.

Hapishanede, hakikaten şahsıma ve Nurcuların ittihadına ve mahpusların Nurcularla tevafukuna unutulmayacak derecede Hilmi ile hizmet eden ve memleketinde hapisten evvel ve sonra kahramanane çalışan ve ismine tam mutabık Sadık Bey’in, akrabasıyla, validesiyle tebriğine ve benim namıma orada kurban kestiğine mukabil, bin bârekellah ve mâşâallah deriz. Ve onunla Risale-i Nur’a hem talebe ve bize selâm gönderen Salih oğlu Osman’a hem selâm ederiz hem Nur dairesinde kabul edildi deriz.

***

[1] Hâşiye: Evet, biz gözümüzle gördük.

Evet Nureddin, Evet Mehmed, Evet İsmail

[2] Hâşiye: Latîf bir tevafuktur ki bir aydan beri burada hiç yağmur gelmiyordu ve kalbimiz dahi malûm taarruzdan Nurculara gelen füturdan ağlıyordu. Birden Hüsrev’in iki gün evvel makine müjdesi ve Nazif’in bugün tafsilli mektubu ve makinenin yazısının numunesi elime verildiği aynı zamanda –ve bana hizmet edenler– Eskişehir ezan-ı Muhammedîyi okumaya başlaması ve malûm çavuşa bana ihanet için emr-i cebrî veren adam tokat yediğini dedikleri aynı vakitte rahmet yağmuruyla çoktan ağlayan mahzun kalplerimizin büyük ferahlarına ve sevinç ve inşirahlarına tam tamına tevafuku ve tetabuku, inşâallah bir fâl-i hayırdır.

[3] Hâşiye: Yanımda bulunan ve noksan tashihimden geçen bir Zülfikar’la bir Asâ-yı Musa’yı size gönderebilirim. Tam bir mukabeleden sonra, siz isterseniz kendi nüshalarınızı Mısır’a gönderirsiniz.

[4] Hâşiye: Komünistliği, dinsizliği, anarşistliğin esaslarını neşreden bazı ceridelere matbuat kanunları ilişmediği halde, bu vatan ve milletin temel taşını muhafazaya pek tesirli bir surette hizmet eden Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmualarının makinelerine nasıl ilişebilir ve neden ilişirler? Hakikaten hayret ediyorum.

[5] Hâşiye: Bu defaki yirmi dört sahifede yalnız iki üç noktada خ , ح olmuş, başka yok. Bir “çok” kelimesi noksan, mana anlaşılır; daha tamamına bakamadım.

[6] Hâşiye: Bu merhum kardeşimizin Nur’a ait müteaddid vazifelerini tamamen görecek ve şakirdlerin tensibiyle ve meşveretiyle intihab edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar, o vazifeleri taksimü’l-a’mal suretinde her bir şakird bir vazifesini yapmaya başlasın. Demirbaş Ali Osman, bu vazife Isparta’da sana düştü. Hem oradaki kardeşlerin meşvereti ile onun yeri boş kalmamak için Nur’la onun gibi çok alâkadar birisi, şimdilik Denizli Hüsrev’i vaziyetini alsın. Ona hediye ettiğim takkeyi muhafaza etsin tâ hakiki sahib çıkasıya kadar.