(Üçüncü Mektup’un baş kısmı)

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ بِكَلِمَاتِ النُّجُومِ وَ الشُّمُوسِ وَالْاَقْمَارِ وَالسَّيَّارَاتِ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ النُّجُومِ فِى السَّمٰوَاتِ

Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım!

Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de manen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. İşte kardeşim:

Evvela: Evvelki mektubumda, bütün Sözler’e dair sual etmiştim ki içlerinde cerh edilecek hakikatler var mı veyahut avama izharı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Maksadı için değildi.

Sâniyen: Sana Nokta Risalesi’ni gönderiyorum. Acibdir ki Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki Yirmi Dokuzuncu Söz’de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli nükte ve o remizli nüktenin sırrı beyanında çok hakikatler Nokta’da yoktur, Yirmi Dokuzuncu Söz’de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi, bu derece ittifakı acibdir.

Sâlisen: Şeyh Mustafa’ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: Yazdığın Kader Sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid’e gönderiyorum. O, yüzlerce adama okutturacak, her birisinden sevap sana gelecek.

Râbian: Kardeşimiz Abdülmecid’e bir mektupla bazı Sözler’i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver, adres: “Ergani-i Osmaniye’de esnaftan Vanlı Şahabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendi’ye” Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete yazınız. (*[1])

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

(Mektubat’ta On Sekizinci Mektup İkinci Mesele-i Mühimme’deki sualin cevabına bir zeyldir.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim Hulusi Bey!

Suallerinize dair bir cevap yazmıştım. Kardeşimiz Hüsrev bir izah istedi. O zat ruhen size benzediği için onun istizahına sen de iştirak ettiğini tahayyül ettim. Bu zeyli yazdım, size gönderdim.

Hem Keramet-i Gavsiye’nin birinci satırına dair bir parça gönderildi, onun âhirine yazarsınız. Hem Keramet-i Gavsiye ile münasebettar bir nükte-i Kur’aniyeyi gönderdik. Meşrebimize muhalif olan bu izhar-ı esrara beni sevk eden, manevî ihtar ile kardeşlerimizin sa’ye ziyade şevk ve gayrete gelmelerine bir vesile olmasıdır.

Hakikaten bir vakit fütur geldi; tevafuk çıktı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur baş gösterdi; Keramet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu haletten anladım ki izharından hizmetimize zararı yok, olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete feda olmaya hazırdır.

Başta muhterem pederiniz, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman, Kemaleddin, Ömer Efendi olarak risalelerle alâkadar olan zatlara selâm ve dua ediyorum ve dualarını istiyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said

***

(Hulusi’nin ikinci sualinin cevabına bir zeyldir.)

Sual: Muhyiddin-i Arabî vahdetü’l-vücud meselesini, en yüksek bir mertebe telakki ettiği gibi ehl-i aşk bir kısım evliya-i azîme dahi ona ittiba etmişler. Bu meselenin en yüksek mertebe olmadığını hem hakiki olmadığını, belki bir derece ehl-i sekir ve istiğrakın ve ashab-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu diyorsun. Öyle ise muhtasaran, sırr-ı veraset-i nübüvvetle ve Kur’an’ın sarahatiyle gösterilen tevhidin yüksek mertebesi hangisidir, göster.

Elcevap: Benim gibi hiç-ender hiç âciz bir bîçarenin kısa fikriyle, bu yüksek mertebeleri muhakeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden gelen, gayet muhtasar bir iki nükte söyleyeceğim. Belki bu meselede faydası olacak.

Birinci Nokta: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var, onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i rububiyetin hallakıyetini a’zamî derecesinde zihinlere sığıştıramadıklarından ve sırr-ı ehadiyetle her şeyi bizzat kabza-i rububiyetinde tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesi ile vücud bulduğunu kalplerine tam yerleştiremediklerinden, her şey odur veyahut yoktur veya hayaldir veya tezahüriyetidir veya cilveleridir diye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firakı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visali ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyak ile arzulayan “aşk sıfatı”; her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu’diyeti hiçe sayıp lika ve visali daimî zannederek ‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ‌ diye aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hali vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için o vahdetü’l-vücud meselesini melce ittihaz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın eli gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakaik-i imaniyeye yetişmediğinden ve ihata edemediğinden ve aklın iman noktasında tamamıyla inkişaf etmediğinden ve ikinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve hârikulâde inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarahat-i Kur’aniyeyle, veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhid ise hem çok yüksektir hem rububiyet ve hallakıyet-i İlahiyenin mertebe-i uzmasını hem bütün esma-i İlahiyenin hakiki olduklarını ifade ediyor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkâm-ı rububiyetin muvazenesini bozmuyor.

Çünkü derler ki: Cenab-ı Hak ehadiyet-i zatiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ının İkinci Maksad’ında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

لَا مُشَاحَةَ فِى التَّمْثٖيلِ kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Mesela, hârika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane sanatlar dercedilmiş olan bir tavus kuşu farz ediyoruz.

Şimdi seyirci iki adam var, akıl ve kalp kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar. Birisi bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde her bir tüyündeki kudret nakışlarına bakar, gayet aşk ve şevk ile sever, dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki her gün o sevimli nakışlar, tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kayboluyor, zeval buluyor.

O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikiye ile rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zatıyla hallakıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı sanatıdır demek lâzım gelirken; o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki onun sâni’i onun içindedir veya o, o olmuş hem o ruh vücuduyla müttehid ve vücudu ise suret-i zahiriyle mümtezic olduğundan o ruhun kemali ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakiki ihtiyarıyla bir icad değil belki bir cilvedir, bir tezahürdür.

Diğer adam der ki: Bu mizanlı ve nizamlı gayet sanatkârane nakışlar, kat’î bir surette bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşiet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz. Evet, tavusun mahiyeti güzel ve yüksektir. Fakat onun mahiyeti fâil olamaz, belki münfaildir. Fâili ile hiçbir cihetle ittihat edemez. Ruhu güzel ve âlîdir fakat mûcid ve mutasarrıf değil belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü her bir tüyünde bilbedahe nihayetsiz bir hikmetle bir sanat ve nihayetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise iradesiz, ihtiyarsız olamaz.

Bu kemal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i hikmet içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren sanatlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip içinde olamaz, onunla ittihat edemez. Belki yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucu ile teması var; öyle ise o kâinat denilen misalî tavusun hârikulâde ziynetleri, tavus Hâlık’ının yaldızlı bir mektubudur.

İşte şimdi tavusa bak, o mektubu oku. Kâtibe “Mâşâallah, Tebârekellah, Sübhanallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatin hakiki suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim sebep, aşk-ı dünyadır. Mecazî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikiye inkılab ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılab eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbubu, muhabbet-i mecazî ile seven sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için Mabud ve Mahbub-u Hakiki’nin bir âyine-i cemalidir diye kendini teselli eder, bir hakikate yapışır.

Öyle de koca dünyayı ve kâinatı heyet-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe, daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikiye inkılab ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine iltica eder.

Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise Muhyiddin-i Arabî’nin emsali gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbabda boğulmak ihtimali var. Vahdetü’ş-şuhud ise o zararsızdır. Ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Kardeşiniz Said Nursî

***

(Yirmi İkinci Mektup’un Hâtime’sindeki bahse bir zeyldir.)

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ … الخ

Gıybet, şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’an’da gayet menfur ve ehl-i gıybet gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zalimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev’idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şenî bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir.

Evet Sure-i Nur, bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki vicdan sahibini titrettiriyor ve tüylerini ürpertiyor.

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَا سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظٖيمٌ

şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdudü’ş-şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.

Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur’an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.

Said Nursî

***

(Yirmi Altıncı Mektup’un İkinci Mebhası’nın âhiridir.)

(Benimle görüşen veya görüşmek arzu eden dostlara bir düsturdur ki uzakta bulunan bir kısım kardeşlere yazılmıştır.)

Benimle görüşmek arzunuzu hissettim. Kardeşlerim, benimle görüşmek iki cihetle olur. Ya dünya cihetiyle yani hayat-ı içtimaiye-i insaniye itibarıyladır. Şu cihetteki kapıyı kapamışım. Veya hayat-ı uhreviye ve hayat-ı maneviye cihetiyledir. O da iki vecihledir:

Biri: Şahsıma haddimden fazla hüsn-ü zan edip şahsımdan bir istifade-i maneviyeyi niyet etmektir. Şu vechi de kabul etmem. Çünkü ben Kur’an-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünkü Kur’an-ı Hakîm’in kudsî elmaslarının kıymetlerine şüphe îras etmemek için; perişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam hakiki sarraf olmayan müşteriler, dellâllık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabilirler, zihinlerine bir iltibas, bir şüphe gelir. Onun için şahsî dükkânımı kat’iyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam daha hoşuma gidiyor.

İkinci vecih şudur ki: Kur’an hesabıyla ve dellâllığı ve hâdimliği noktasında benimle görüşmektir. Şu vecihte gelenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Fakat bu görüşmek için şark ve garp mâni olmaz. Belki yerin üstü ve altı dahi birdir. Sureten görüşmeye o kadar lüzum yok.

Şu münasebetin de ve manevî görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık ettiğim mukaddes dükkânın mücevheratını benden almaktır. İşte o dükkândan şimdilik on iki küçük cevherleri size gönderdim.

İkinci meyvesi: Beş farz namazını kılan ve yedi kebairi terk eden zatları şu manevî münasebet ve görüşmek neticesi olarak âhiret kardeşliğine kabul ediyorum. Ben her sabah manevî kazancım ne ise o âhiret kardeşlerimin sahife-i a’maline geçmek için Cenab-ı Hakk’ın dergâhına niyaz edip hediye ediyorum. Onlar dahi beni manevî hayratlarına ve dualarına hissedar etmelidirler tâ hisselerini kazancımızdan alsınlar.

Üçüncü meyvesi: Onları yanımda –ya hakikaten veya hayalen– hazır edip beraber dergâh-ı İlahîye el açıp dua ederek ve Kur’an’ın hizmetine dair el ele, kalp kalbe verip gayet ciddi bir surette rabt-ı kalp etmektir.

İşte kardeşlerim size şu üç meyve şimdiden hasıldır.

Said Nursî

***

MESAİL-İ MÜTEFERRİKA

BİRİNCİ MESELE:

Sual: Salavatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.

Hem Resul-i Ekrem; hem abd hem resul olduğundan ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki ubudiyet halktan Hakk’a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu اَلصَّلَاة ifade eder. Risalet Hak’tan halka bir elçiliktir ki selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına muvaffakıyet ister ki سَلَام lafzı onu ifade ediyor.

Hem biz سَيِّدِنَا lafzıyla tabir ettiğimizden diyoruz ki: Yâ Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki bize sirayet etsin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

İKİNCİ MESELE:

(Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevaptır.)

Eğer desen: Nedir şu tabiat ki ehl-i dalalet ve gaflet ona saplanmışlar, küfür ve küfrana girip ahsen-i takvimden esfel-i safilîne sukut etmişler?

Elcevap: Tabiat namı verdikleri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyedir ki mevcudatta zuhur eden ef’al-i İlahiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdâtullahın mecmu-u kavanininden ibarettir. Malûmdur ki kavanin umûr-u itibariyedir; vücud-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalalet sâikasıyla Kâtip ve Nakkaş-ı Ezelî’yi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtip ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, sanatı sâni’ tevehhüm etmişler.

Nasıl ki bir vahşi ve insanların içtimaiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse bir ordunun nizamat-ı maneviye ile muttarid hareketini temaşa etse maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir camiye dâhil olsa görse ki Müslümanların cemaat ve iydlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse seyretse maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.

Öyle de vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalaletin, cünud-u semavat ve arza mâlik olan Sultan-ı ezel ve ebed’in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabud-u Ezelî’nin mescid-i kebiri olan şu âleme girdikleri vakit; o Sultan’ın nizamatını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhun şeriat-ı kübrasını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve camid, karmakarışık tezahürattan ibaret tahayyül etse elbette ona insan demek değil belki vahşi hayvan dahi denilmez.

Çünkü o tevehhüm ettiği tabiat için geçen Sözler’de ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Söz’de gayet kat’î bir surette ispat edildiği gibi; her zerrede, her sebepte bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcibü’l-vücud’un bütün sıfâtını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal-ender muhal bir dalalet, belki dalaletin divaneliğinden gelen manasız hezeyanlardır.

Elhasıl: O Sözlerde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş ki tabiat-perest adam bir İlah-ı Vâhid’i kabul etmediği için gayr-ı mütenahî ilahları kabul etmeye mecburdur. O ilahlar her birisi her şeye muktedir olmakla beraber, bütün ilahlara hem zıt hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın. لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ferman-ı kat’î, şirk ve iştirakin esasatını kat’î bir bürhanla keser.

ÜÇÜNCÜ MESELE:

Küfür, manevî bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Söz’de ve Sekizinci Söz’de ve başka Sözler’de ispat edildiği gibi maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme duhûlüne sebep olduğu gibi cehennemin vücuduna dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celali bulunsa; bir edepsiz ona dese: “Beni te’dib etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da onun için bir hapishane icad edecek, onu içine atacaktır.

Halbuki kâfir, cehennemi inkâr ile nihayetsiz gayret ve izzet ve celal sahibi ve gayet büyük bir zatı tekzip ve taciz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor. İzzetine şiddetli dokunuyor, celaline serkeşane ilişiyor. Elbette farz-ı muhal olarak cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa o derece tekzip ve tacizi tazammun eden küfür için cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.

DÖRDÜNCÜ MESELE:

Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalalet dünyada ehl-i hidayete galip oluyor?

Elcevap: Çünkü küfrün divaneliğiyle ve dalaletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letaif ve istidadat-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve camid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için en a’lâ cam ve en eclâ cemed alınır.

Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altın verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altın alıyorlardı.

Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükela ve ümera-yı askeriye zanneder. Şahane emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

İşte küfür bir divaneliktir, dalalet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki bâki meta yerine fâni metaı alır. İşte şu sırdandır ki ehl-i dalaletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şedittir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye, bir sene inat eder.

Evet küfrün divaneliğiyle, dalaletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir latîfe-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir.

Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalalet gibi ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez. رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

BEŞİNCİ MESELE:

Mühim bir sırr-ı âyet:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, mecmuu mu’cize olduğu gibi her bir suresi dahi bir mu’cize hattâ pek çok âyetlerin her birisi birer mu’cize veya bir lem’a-yı i’cazı gösterir bir tarzdadır.

Mesela, sahabeden bahseden âhir-i Sure-i Fetih olan âyeti ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan başlar, bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakat-ı meşhuresinin ki Ashab-ı Bedir, Şüheda-i Uhud, Ashab-ı Suffa, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi şöhretgir-i âlem tabakatın esmasının adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذٖٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti altmış üç harf olduğundan ömr-ü nebeviyeye işaret ettiği gibi bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevî’nin adedini gösterir.

İşte âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, Şüheda-yı Uhud ile beraber, Bedir ile Uhud Şühedasından bulunan bir tek sayılmak hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartıyla iki yüz altmıştır.

Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şart ile beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki Hulefa-yı Erbaa veya Hamse-i Âl-i Abâ’dan dördüne işaret vardır. Âyette her bir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffa’nın esmasına ne derece muvafık adet göstermesinde, gelecek hurufata dikkat et:

Hemze lafzî 9, gayr-ı melfuzu 15 muvafık geliyor. ب 4, ت 8, ث 2 muvafık. ج 8 muvafık. ح 3, خ 10, د 6, ذ 3 muvafık. ر 16 muvafık, ز 6 muvafık. Uhud ve Suffa’dan س 7 muvafık. Suffa’dan ش 2 muvafık. Suffa’dan ص 2 muvafık. Bedir’den ض 2 muvafık. Suffa’dan ط 1, ظ 3; Uhud’da Abâdile-i Seb’a, Hulefa-yı Selâse ع 10 muvafık. Suffa’dan غ 6, ف 14, ق 1 muvafık. Bedir’de ك 6, ل 34, م 24 muvafık. ن 16 muvafık. ه 16, و 15, ى 12 muvafık, لا 2, elif 18 muvafık.

İşte şu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud’da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki gayr-ı muvafık olanlar başka tabakatın adedine muvafıktır. Mesela, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi tabakat-ı meşhureye.

Hem cây-ı dikkattir ki ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak o hurufatın tekraratı acib bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakmıyor, kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin manasını teyid ederek bahsettiği sahabelerin esmasına bakıyorlar.

Evet, şu âyet-i kerîme cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı manaya işaret eder. Mesela, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi kayıtları da Ashabın sıfât-ı meşhuresine bakar. O sıfâtı göstermekle, o sıfât sahiplerine parmak basıyorlar.

Mesela وَالَّذٖينَ مَعَهُ daki maiyet-i hâssa, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebubekiri’s-Sıddık’ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hâssa ile başına parmak basıyor.

اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ şiddet-i hamiyet-i İslâmiye ile küffara galebe-i kat’iyesi ile şöhret-şiar olan Hazret-i Ömer’i âyine gibi gösterir.

رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ şefkat-i rahîmane ile meşhur-u enam olan Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e parmak basıyor.

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rükû ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyyü’l-Murtaza’ya işaret ediyor.

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا cümlesiyle Ehl-i Biat-ı Rıdvan’a, سٖيمَاهُمْ فٖى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa’ya, ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ fukaha ve ulema-i sahabeye, وَمَثَلُهُمْ فِى الْاِنْجٖيلِ Ashab-ı Huneyn ve Fetih, Uhud ve Bedir’deki sahabelerin namdar yiğitlerine işaret ettiği gibi enbiyadan sonra benî-Âdem içinde en yüksek, en namdar, en mümtaz olan sahabelerin medar-ı rüçhaniyetleri, menşe-i imtiyazları ve maden-i meziyetleri olan secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye ve muamelat-ı gâliyeye o mezkûr kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyor.

O kayıtlarla diyor ki: Sahabelerin halka karşı vaziyetleri, düşmanlarına şedittirler ve dostlarına ve mü’minlere rahîmdirler. Cenab-ı Hakk’a karşı rükû ve secdede kemal-i itaattedirler. Her işlerinde Cenab-ı Hakk’ın rıza ve fazlını kasdederek kemal-i ihlastadırlar.

Hem sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil’i işhad ederek mu’cizane ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde hârikulâde hareketleri ihbar ederek mu’cizane mazi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiye ile sahabelerin i’cazkâr ahvalini haber vermekle, şu âyette bir lem’a-yı i’cazı gösterir ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihatamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.

İşte madem şu âyet hem cümleleri hem kelimeleri hem hurufatıyla ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mana-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acibeyi câmi’ olduğu anlaşılmaz mı?

ALTINCI KÜÇÜK BİR MESELE:

Otuz üç adet Sözler’in ve otuz üç adet Mektuplar’ın mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiştir. Ezcümle: Karyem Nurs’tur. Merhume validemin ismi Nuriye’dir. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kādirî üstadım Nureddin. Kur’an üstadlarımdan Nuri. Talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur misalidir. Kur’an-ı Hakîm’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meş’ul eden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ âyetidir. Hem hakaik-i İlahiyede müşkülatımın ekserisini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranisidir. Hem Kur’an’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususi imamım Zinnureyn’dir.

اَللّٰهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ وَيَا خَالِقَ النُّورِ وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ

سُبْحَانَكَ يَا لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ اَجِرْنَا (وَ عَلٖى) مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا (وَ اَدْخِلْ عَلٖى) الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ وَ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قَلْبَهُ وَ قُبُورَنَا وَ قَبْرَهُ بِاَنْوَارِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ يَا رَحٖيمُ يَا غَفَّارُ وَ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَ اٰلِهِ الْاَطْهَارِ وَ صَحْبِهِ الْاَخْيَارِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ

Said Nursî

***

(Hulusi Bey’in sualine cevaptır.)

(Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevap)

1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevap veremiyorum. Fakat bu mesele ile münasebettar bir iki mesele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:

Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar. İmam-ı A’zam ile İmam-ı Muhammed (radıyallahu anhüma) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umumü’l-belva suretinde o derece intişarı var ki ref’i kabil değil. Ümmeti bu belva-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm, birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki ehl-i içtihadın vazifesine karışayım fakat bu umumü’l-belva zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi; böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünkü hattâ zaruret derecesine geldikten sonra böyle umumü’l-belvada eğer bilerek sû-i ihtiyarıyla olsa o zaruret ibaheye sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise zaruret için elbette cevaz var.

Said Nursî

***

(Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır. Yani Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali)

Otuz Birinci Mektup’un On Yedinci Lem’a’sının On Yedinci Nota’sının yedi meselesinden İkinci Meselesi iken Yirminci Lem’a olan İhlas Risalesi’ni aldım. Kuleönü’nde kardeşim Ali Efendi ile Yirmi Birinci Lem’a namıyla projektör-misal, geceleri gündüze çeviren, pek mübarek ve çok kıymettar ve gayet müessir bir risale ile Yirmi İkinci Lem’a olan On Yedinci Nota’nın Üçüncü Meselesi iken Lemaat’a karışmakla, sosyalizm ve Bolşevizm oyunlarıyla, âlem-i insaniyetin fıtrat-ı hayat-ı hakikiyesini unutturmak, ebedî zulümatı, müsavat-ı esasiye namıyla kendi şahıslarını istisna ederek, millet-i İslâmiyeyi esassızlığa attıkları gazlı bombalarıyla bir nevi geceyi getirdikleri gibi güya istila ettiği manevî toprakta, kuvve-i inbatiyeye medar olacak bir hayat dahi bırakmayarak ihrak ettikleri bir anda, şu Lem’a o âlemi tenvir ile güneşi gösterip âb-ı hayatı ile o yanık zemin üzerini yeşerttiğini gösteriyor.

Muhterem Efendimiz! Bir hafta mukaddem, maddeten küçük ve manen büyük bir name-i mergubelerinizi, Bekir Bey vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hesapsız hamd ve şükür olsun ki bizim gibi âciz, zayıf, fakir, kusurlu kullarını, hiçbir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten kapı ve pencerelerden girseler de o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ısıttırdığını gösteriyor. Gerçi çok okuyamıyorsak da yazıyı aynı vaziyette yazıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Muhterem Efendim! Şu yazılan risaleleri nasıl buldunuz buyuruyorsunuz? Yâ Hazret-i Üstad! Ne diyelim? Bizim manevî yara ve hastalıklarımızı teşhis buyurup öldürmemek için her nevi mualeceleriyle memzuç hem mugaddi hem müessir tiryaklarını Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla gönderiyorsunuz. İhlas hakkında evvelce ve bilhassa sonra ihsan edilen risaleleri okudukça, vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini, müteaddid yaralardan tevellüd eden kurtlar oynamaya başlayınca, en ahmak ve eblehçe hareketlerimi gösterdiler.

Şu Sözler bi’t-tecrübe yazılmasıyla, umum kardeşlerimiz ikaz ediliyor. Ve her ferde kudsiyetiyle güya o ferde hitap eder gibi bir ulviyetle mâ-i zemzem içiriyor. İhlası tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi latîf, nesebi tahir kardeşlerimiz, bu ikaz ile Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e niyaz edip “Yâ Rab, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halâs et ve ihlas-ı tamme ihsan et!” dualarında, sâlifü’l-arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddid nuru karıştıran ve zahir haliyle sebeb-i risale olup umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risale-i Nur’a serfürû ve serfeda edenleri; Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, Habib-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Hakîm ve hizbü’l-Kur’an hürmetine mağfiret buyurup niyet edip talep ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun, âmin!

Şu mübarek risaleler, hararetli bir adamın suyu gördüğünde ufak bir kapta ise karnına koymak, büyük göl ve deniz ise içine girmek istediği gibi; şu zamanın nursuz yakıcı şiddet-i hararetine karşı ihlas denizini göstermekle harareti kesmek hem her nevi cevahir ve elmas içinde bulunduğunu beyan etmekle o denize davet ediyor. Nefsin talibi olduğunu riya ve hubb-u câh gibi her cihette zararlı yılanlar gibi zehirleyen, ibadet perdesi altında dünyayı tahsil etmek isteyip kabir kapısında hatasını bildiği ve teveccüh-ü nâsa muhabbetten, firavun gibi gark olurken dönmek isteyip kimseye müyesser olmadığını ve daha teferruatı ile o âlemleri bu lem’alar öyle tenvir ediyorlar ki eğer murad-ı İlahî olsa bu zamanın şöhret-perest zındıkları da görselerdi, ellerindeki vücudlarına zemherir getiren buzları atıp ihlas ile iman edip Kur’an’ın elmas cevahirlerini alırlardı.

Muhterem Efendim! Keramet-i Aleviye Risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi Risale-i Nur şakirdlerini intibaha ve teşvike, sa’y ü gayrete, cesaret ve şecaate sevk ile hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın yalnız onların düşmanı olmayıp belki mazide duran ve bize pek yakından bakan ervah-ı âliyenin de düşmanı olup o âlî ruhlar önümüzde pişdar, etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zayıflara kuvvet, havf edenlere cesaret ve şecaat, kavîlere refik oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor. Bu zamanın kisve-i ilmiye ve mümessil-i din ve rehber-i millet perdeleri ile ilmi eneye, dini dünyaya ve kendileri meyhaneye düşen ulemaü’s-sûu haber vermekle, ehl-i iman ve irfanı insafa, ittifaka, ittihada davet ediyor.

Cümlemiz, hâk-i pây-i ekremîlerine yüzler sürerek mübarek dest-ü dâmen-i kerîmanelerini öperiz efendim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

İslâm karyesinden Ali (rh)

Kuleönü’nden Ali

***

[1] * Mektubun bundan sonraki “Hâmisen” kısmı, Mektubat’ta Üçüncü Mektup’tadır.