(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Âlîşanım Efendim Hazretleri!

On bir nükteyi hâvi Mirkatü’s-Sünne’yi istinsaha muvaffak oldum. Bu ziyadar Lem’a şu zamanda şirk ile imanın ve kötü ile iyinin temyiz ve tefriki için öyle bir gevher mihenk ki memduhu gibi gözler hakikatini görmekte ve akıl hakikatine ermekte hayran ve âcizdirler. Zaten şu zamanın pek şiddetli zulümatını yırtacak, zıddının pek fevkinde bir nur-u lâyezalî, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden ümit edilirdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى O nur, bilfiil Risale-i Nur’da nebean ettiği, her aklı başında olanlarca görülüyor. Değil böyle en büyük bir hakikati izah ve tefsir eden bir risale, hattâ bir ferdi ikaz için yazılan bir mektubun bile her meşrebe bakar bir gözü, herkese yarar bir sözü bulunuyor.

Ey aziz Üstad! Bizler nasıl şükretmeyelim, nasıl minnettar olmayalım ki Cenab-ı Hak şiddetli muhtaç olduğumuz dünyanın o koca güneşi gibi Kur’an güneşinin hakiki bir müfessirine bizleri kavuşturdu. Nasıl salât ü selâm olmasın ki ol Hazret-i Sipeh-sâlâr-ı enbiya olan Şah-ı Levlâke ki bizlerin görmez gözlerimizi nuruyla şuledar edip tarîk-ı müstakime sevk eyledi. Nasıl duagû olmayalım ol Hazret-i Dellâl-ı Kur’an’a ki isyanımıza bakıp bizleri halka-i irşadından hariç ve hal-i aslîmizde bırakmadı ve inşâallah iki cihanda da bırakmayacaktır.

Sevgili Üstad! Her iki parçayı istinsah ederken kalbime geldi ki asıllarını taklit etmeyeyim. Zira üzerlerinde zahir olan ezhar-ı tevafuku, cilve-i bedayi’ başka tarzda kendini nasıl gösterecek dedim. Ve takdim-i âcizanem olan iki nüshadaki sanat-ı bedîa, akıl ve istidad-ı beşerden pek uzak bir tarzda güya tezgâhında ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhur ettiğini gösteriyor. Ve şu zamanın akıldan uzak eblehlerine manen diyorlar ki bizim halen üzerimizde tecelli eden cilve-i cemali, aklınızla ölçemezsiniz, yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz.

Evet, baharda zeminin yüzünde sanat-ı Rabbaniye ile her tarafta sündüs-misal çiçeklerin açılmaları; cüz’î şuuru olan kimse bir kādir-i mutlak olan Zat-ı Zülcelal’den başkasına veremez. Öyle de risaleler umumiyetle Kur’an ömrünün asırlar, senelerinden on dördüncü asır nevruz-u sultanî misillü bir baharı taşıyorlar. Arı kadar aklı olan, bu baharda bu çiçeklerden istifade etmezse ne denir? Ve koca baharı görmeyen ehl-i basîrete ne denir? Ve görüp de kendini kışta zemherire atana ne denir? Heyhat! Kendine zîşuur ve ehl-i fikir ve ehl-i basîret süsü verenlere…

Var ol, ey sevgili Üstad! Sen bu Kur’anî elmaslar ile o koca baharın mübeşşirisin. “Cenab-ı Hak, maksud ve muradınıza nâil buyursun, âmin!” duasıyla dest ü dâmen-i muallâlarını öperim Efendim Hazretleri.

Fakir talebeniz Ali

***

Sâlifü’z-zikir eserler hakkında bir arîzacık da bu fakir ve âciz talebeniz takdim-i huzur-u fâzılaneleri niyetinde isem de esasen emel ve gayelerimiz bir olduğu için Hâfız Ali Efendi kardeşimin şu mektubunun mealini tekrar ile iktifa eylediğimi arz ve hâk-i pây-i ekremîlerini öperim Efendim.

Pür-kusur talebeniz Hulusi-i Sânî

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım!

Nurların intişarında berk gibi bir sürat lâzım gelirken cüz’î bir betaetten her zaman esefle bahsettiğim, malûm-u âlîleridir. Yakın vakitte bazı müştaklar daha Söz dairesine iltihak ettiler. Kalbime gelen bir ihtarla keyfiyet-i intişarı düşündüm ve şu hakikatleri hissettim, hattâ kani oldum:

Mübarek Sözler ve Mektuplar tamamen olmasa bile bu muhitte de hem de yazılmadan hayli intişar etmişler. Civar diğer vilayet kazalarında, bu âsârı görmek ve işitmek isteyenler çok varmış. Fesübhanallah, bu kadar cüz’î ve nâkıs hizmetten, bu derece fayda elde edilmesi de gösteriyor ki bu Sözler ve Mektuplar hakikaten Nur isminin tecellileridir ki suhuletle intişar ediyorlar.

Bu hal karşısında hayretle tefekkürde iken “Bismillah” ismini alan Birinci Söz hatırıma getirildi. Ve şöyle düşünmeye başladım:

Dünyaya arkasını çeviren Üstad, Hazret-i Gavs’ın teşvikiyle belki delâletiyle Kur’an’ın gayr-ı mekşuf bir hazinesinden “Bismillah” ile giriyor, Kur’anî tarlaya “Bismillah” diyerek Sözler tohumunu ekiyor, Furkanî bahçeye “Bismillah” diyerek Nurlu Mektuplar çekirdeğini dikiyor. Emr-i İlahîye imtisalen ekilen tohum ve dikilen çekirdeklerin inkişaf ve intişarları şüphesiz hârika-âsâ olur.

Birinci Söz’deki temsilde seyahat eden mütevazi zat, tamamen Üstadımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damarları nasıl “Bismillah” tesiriyle, yer altında sert taşı toprağı delip geçiyorsa aynen onun gibi “Bismillah” ile mevki-i intişara vaz’olunan Sözler de hârika bir tarzda arza yayılıyor. Ve en münevver ve mükemmel meyve olan beşerin mü’minlerinin kalplerine nüfuz ediyorlar. Bu bid’atların kesreti ve muharriblerin bolluğu devrinde “Bismillah” ile gars olunan Nur fidanının yaprakları olan diğer Sözler ve Mektuplarla, bu kudsî fidanın dal ve budakları olan hizbü’l-Kur’an ve bu hizbin esası ve seyyidi olan muhterem Üstad da bir hıfz-ı gaybîye mazhar bulunuyorlar.

Şems-i Risalet’ten gelen Kur’anî Nurların evvelen Üstada ve buradan da biz bîçarelere, bizlerden de diğer müştaklara ilh. intikal etmekte olduğunu tasavvur ettim, “Elhamdülillah” dedim. Mühim bir rüyamda arz ettiğim vecihle, Sözlerinizin mü’minlere intişarına küçük cemaatiniz inayet-i İlahî ile âhize, vasıta olmuşlar. كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِ sırrına mazhariyetle manevî galebeyi temin, merkezdeki mürşidlerine müteveccih ve murakıb küçük bir halka-i tevhidi teşkil edenler gibi; bu küçük cemaatinizin her biri arkasında, bir nisbet-i mütezayide-i muntazama ile artan, mahrut şeklinde zümre-i muvahhidîni görür gibi oldum. “Allahu ekber” dedim.

Bu kudsî tasavvuru kardeşlerimize aşağıdaki levha ile daha ziyade izaha çalışacağım. Bu nurlu tefekkür, bana büyük bir ümit bahşetti. Muallim Cûdi’nin kasidesindeki şu mısraı da derhatır ettirdi:

Cem’etti kabail ve şuûbu

Bir kıbleye bağladı kulûbü

Mevlaya muhabbeti müsellem

Sallallahu aleyhi ve sellem.

İşte ittiba-ı sünnete (Hâşiye[1]) pek büyük ehemmiyet veren muhterem Üstadımız da bu asırda اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْاَنْبِيَاءِ sırrınca, içlerine saçılan nifak tohumu yüzünden, her gün biraz daha tevhidi bırakanları bir kıbleye bağlamak için Sözler ve Mektubat namındaki nurlu eserlerle ehl-i imanı irşada çalışıyor. Küffara, hattâ cin ve şeytanlara dahi mebde-i nüzulündeki gibi nusus-u Kur’aniyeyi ilan ediyor. Mahfî i’cazı izhar ediyor.

Vahdetü’l-vücuda dair olan risaleyi mühim zatlara okuduktan sonra, bir sevk-i manevî ile ihtiyarsız bir yere daha gittim. Orada vahdetü’l-vücud meşrep sahibi âlim bir zatı hazır buldum. (*[2]) Vahdetü’l-vücud hakkındaki mektubu okudum. Daha doğrusu ihtiyarsız olarak okudum. Müstemi olan o mühim âlim, bidayette cüz’î itiraz parmağını uzatmak istedi. Sonuna kadar dinlemesini ihtar ettim. Tamamen okuduktan sonra o zat, hayretinden Sözler’in büyüklüğünü ve “Bu zamanda böyle büyük kelâmı, acaba kim yazabilir?” diye merakı ve suali üzerine Kur’an’ın feyzine mazhar olan Üstadımızı haber verince, o zat tamamıyla arz-ı teslimiyet eyledi.

İşte ihtiyarım olmayarak bu acib tesadüf ve teslimiyette, kader-i İlahînin bu cilvesi, davamıza sadık bir bürhan ve tesadüf oyuncağı olmadığımıza büyük bir delildir.

اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Hulusi

***

(Bu gelecek iki fıkra, ikinci Sabri olan Hâfız Ali Efendi’nindir.)

Bu defa istinsahına muvaffak olduğum Yirmi Dokuzuncu Söz’ü istinsahım esnasında İkinci Esas’ın Medarlar namıyla “biner mumluk elektrik lambaları” hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi. Kalemi bırakarak düşündüm ve düşündüğümü aynen yazıyorum:

Üstadım, beka-yı ruh ve haşir hakkında, Cenab-ı Hak tarafından bize o hakaike giden yolu göstermiş. Gösterilen hakikatin yolunda hevesat-ı nefsaniyeye hoş gelmeyen şeyler vardı ki bize uzun ve karanlık.

İşte şimdi serâser nur olan Sözler ve o nur fabrikasının elektrik lambaları ve kuvve-i cazibeleri; o yolu pek parlak gösterdiği gibi pek yakından cezbedip hemen yakın ve yakından daha yakın olduğunu göstermekle beraber, havf yerine emniyet, zakkum yerine asel bahşediyorlar. Ve fevka’l-gaye hikmetlerini beyanda aczimi itirafla, lisanımın döndüğü kadar derim:

Yâ Rabbi bihakkı ismike’l-azîm ve bihakkı Kur’ani’l-Hakîm ve bihakkı Habibike’l-Ekrem, derya-yı Nur’un başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sabit ve razı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Ali

***

Serâser nur olan umum Sözler’in hakikatini beyandaki âlî, gâlî, el yetişmez makam-ı mana-yı mefhumunu, değil şimdi zamanın zındıkları, tâ eski inatçı ve bunlara müşabeheti olan firavunlar, nemrutlar anlasalardı iman ederlerdi, dedim ve size çok dua ettim.

Ali

***

(Hulusi Bey’in fıkrası)

Yirmi Beşinci Söz, i’caz-ı Kur’an’ı çok parlak bir tarzda ispat eden, ehl-i Kur’an’a mesned, melce ve mahzen-i esrar; ve güruh-u isyan ve tuğyan ve küfrana bütün levazımat-ı harbiyeyi câmi’, mühlik bir silahhane; yıkılmaz, aşılmaz, geçilmez bir sur, burç ve bârûsu muhkem, mahuf ve müthiş bir kale-i polat ve bedendir.

Hakikat böyle olmakla beraber Kur’anî sura dayanan, Kur’anî kaleye iltica eden, çok acib ve hârika Kur’anî esrarın tetkikine koyulan, Kur’an’ı kendilerine delil, şefî, imam, refik, muhafız bilen hâdimü’l-Kur’an namına esrar-ı Kur’an’a inayet-i Hak’la muttali, hakaik-i Kur’an’a lütf-u Hak’la aşina, rumuzat-ı Kur’an’a avn-i Hak’la vâkıf, müdakkik, muarrif, mübeşşir Üstadımdan şunu öğrenmek istiyor ve bunu kalben cidden çok arzu ediyorum.

Hulusi

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim Mustafa Efendi!

Bazı emarelerle ve bazı zevatın hüsn-ü şehadetiyle bana kanaat gelmiştir ki zatınız dahi Müezzinzade Bekir Efendi gibi bana ciddi bir talebe ve samimi bir âhiret kardeşi olabilirsiniz. Hem senin merhum pederin Hacı Said Efendi, silsile-i duamda çoktan beri dâhildir.

Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i iman mabeyninde nihayet derecede muteber ve ehl-i dalalet başında sâıka gibi tesir gösteren Otuz Birinci Söz olan mi’rac ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdaniyet ve marifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyanında emsalsiz ve pek meşhur ve nurani üç mevkıflı olan Otuz İkinci Söz’ü takdim ediyorum.

Eğer zatınız hattı güzel bir zatı bulup size (kendinize) istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik’in muavenetiyle mukabele edilsin. Sonra Bekir Efendi alsın. Kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zatınız öyle iyi bir kâtip bulamadın, aslı sana kalmak ve birkaç defa Bekir Efendi ile beraber okumak şartıyla Bekir Efendi’ye veya Mehmed Efendi veya Hâfız Hidayet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münasip gördüğün zatlara ver, kendilerine yazdırsınlar.

Haber almışım ki Arabî olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf’ta tabedilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tabediniz. Tab masrafını da kesenizden sarf etmeye mecbur değilsiniz. Çünkü Haşir Söz’üne seksen banknotu sarf ettik, üç yüz banknotu kazandık.

Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa birisi tabedilse hem fiyatını çıkarabilir hem başka risalelerin de tabına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi kitaplarıma da sadakalarla tabını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi Onuncu Söz gibi yalnız yanlışsız ve güzelce tabına ve matbaadaki tashihatına sarf ediniz. Ve birinci olarak tabettirdiğiniz risalenin masarif-i tabiyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.

Eğer tabına muvaffak oldunuz, zatınız pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahalisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşâallah.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

(Hulusi Bey’e hitaptır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim!

Sizler sabah ve akşam duamda dâhilsiniz. Siz dahi beni duanızda dâhil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise ki gurura girmez, onu şükre sevk etmek için tahdis-i nimet nevinden ona ait bir kısım ihsanat-ı Rabbaniyeyi bahsetse beis yoktur zannederim.

İşte seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki: Ben Sözler’i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilatı, şuunat-ı askeriye nevinde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözler’i meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler hususan İ’caz-ı Kur’an ve Kader Sözleri. İnşâallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözler’i bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.

Merhum Muallim Cûdi’nin kasidesi mübarektir. Cenab-ı Hak o zatı şefaat-i Kur’an’a mazhar etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salavat-ı şerife ise onun hususunda bir şeye rast gelmedim. Fakat ondaki letafet ve nuraniyet gösteriyor ki o, onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.

İşittim ki Onuncu Söz’den sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendi’ye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz. Tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.

Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli buluyorum. Cenab-ı Hak, beni de sizi de tarîk-ı Hak’tan şaşırtmasın, âmin!

Şeyh Mustafa ve Hakkı ve Hüseyin ve Edhem Efendilere selâm ile dua ederim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Âhiret Kardeşiniz Said Nursî

***

(Hulusi Bey’e hitaptır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ زَمَانِكَ الْمَصْرُوفِ لِكِتَابَةِ اَجْزَاءِ رِسَالَةِ النُّورِ

Gayyur, ciddi, hâlis ve muhlis âhiret kardeşim!

Evvelen: Size Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ını gönderdim (Hâşiye[3]) dikkat ile okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatalar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazîn bir kalp ile yazıldığı için içinde müşevveşiyet bulunacaktır.

Sâniyen: Muvakkat bir fütur, bir tembellik sizde ârız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemilerin kalpleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.

Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı ramazan-ı şerifte hissettim. Şimdi anladım ki şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.

Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de evlad-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-i nurani sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

Sâlisen: Otuz Üçüncü Söz’den başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer’an çok mübarek bu otuz üç adetten bazı esbaba binaen geçmeyeceğim. Hem de hakaik-i esasiye-i Kur’aniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarıyla yazılmıştır.

Ümit ediyorum ki Cenab-ı Hak kabul etse tevfik verse yazılanlar dalalet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devası içinde var demeyeceğim fakat mühlik dertlerin ağleb devası yazılanlarda vardır. Siz onların mütalaasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nevinde telakki ediniz. Ve onlardaki ilmi, envar-ı imandan ve marifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. Bâki selâm ve dua.

Kardeşiniz Said

Otuz Üçüncü’nün birinci makamına dair sen fikrini yazdın. Beğendiğini gösteriyorsun. Hakkı Efendi ile Müftü Efendi ve sair ihvanların da nasıl bulduklarını anla, bana yaz. Umum kardeşlerime selâm ve dua ediyorum ve onların duasını istiyorum.

Hulusi Bey kardeşime!

Senin selefin mektubunu oku ve ona acı ve ona dua et.

***

(Hulusi Bey’e hitaben yazılmış bir mektuptur.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حِسَابِ اَبْجَدْ اَعْدَادِ حُرُوفِ مَا قَرَاْتَهُ مِنْ اَجْزَاءِ رِسَالَةِ النُّورِ

Sevgili Kardeşim!

Seni teşvik için değil çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahir olmak için değil çünkü fahir ise ucub ve riyaya medardır. Belki sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki:

Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.

İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk’a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zayıf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnettarane bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor.

Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka birkaç noktayı size beyan ediyorum:

Evvelen: Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım “Gördüğüm hakikat acaba hakikat mıdır?” diye sormuyorum. Belki “Hakikate açılan yol, acaba umuma yol olabilir mi?” diye soruyorum. Çünkü umumun telakkisini sizin kadar bilmiyorum.

Sâniyen: Misafir Müftüye ve Şeyh Mustafa’ya size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzadem olan o müftünün oğluna deyiniz ki benim tarafımdan âhiret kardeşim ve Kur’an hizmetinde arkadaşım ve meşreben celalli olan pederine yazsın: Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki beraber götürdüğü envar-ı Kur’aniyenin suhulet-i intişarları için irşad ve nasihatinde فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا âyetindeki lütf-u irşadı kendine rehber etsin.

Râbian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için Hanefî ulemasının kavillerini ve ehadîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence böyle efdaliyet meselesinde, kabul-ü âmmeyi ihsas eden âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.

Birinci Sualiniz: Eğer Kur’an okunurken namazın, tesbihatın tetimmesi ise kıbleye karşı duranlar vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin yahut çekilsin. Eğer Kur’an müstakil olarak okunursa okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse evlâdır.

İkinci Sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder (Hâşiye[4]).

Üçüncü Sualiniz: Üç İhlas bir Fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdid edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.

Dördüncü Sualiniz: اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلَامُ وَ مِنْكَ السَّلَامُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَ الْاِكْرَامِ kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şafiîce sünnettir. Hanefîce dahi müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.

Umum ihvanlara selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.

Âhiret Kardeşiniz Said Nursî

***

(Hulusi Bey’e yazılan bir mektuptur.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

وَ عَلَيْكُمُ السَّلَامُ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِكُمْ فٖى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ

Aziz kardeşim, hamiyetli arkadaşım, gayretli talebem, sevgili biraderzadem!

Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsız iken onu okudum, bana bir sürur verdi, o sürur dahi o hastalığa bir hiffet verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnaya dair sana yazdığım mektubun kerametidir. Çünkü o mektubu bir gün iki üç zata, onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zatın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki o günde o hakikatli mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir tahmin ettim. Fakat يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ altına girdiğimden öyle bir şiddetli tokat yedim ki bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükrettim ki bir iki senedir bazı emareler ve hâdiseler ile zannettiğim bir hakikat, bu tokat ile gayet kat’iyetle göründü.

Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:

Eskide iki ciddi âhiret kardeşleri var imiş. Biri hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. Öyle ise sen kalk, ben yatacağım demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her ne ise… Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddileşmiş ki ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşâallah ona bir parça hiffet gelmiştir.

Sözler hakkında hüsn-ü şehadetiniz, bana büyük bir teselli verdi. Vazifemin bitmediğine dair bürhanlarınız gayet kuvvetlidirler, lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenab-ı Hakk’a tevekkül edip o bürhanlara serfürû ediyorum.

Cemaate Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyat-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki:

Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’an Said’in vekili belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet mektubu, bütün dünyayı unutmak hissi ile yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbu’ olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki cevap yazamadı.

Öteki mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i maneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için safi, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzım idi. Halbuki benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazife ile meşgul olduğundandır ki o ulvi ve pek keskin zekâvetin o mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık, vefadar, hakikatli, fedakâr kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid!

Çok mübarek hediyenizi açtık gördük ki Van hediyesi değil belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerife’nin mübarek kerametli hediyesidir. Hem fiyatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla manen kıymetlidir. O mübarek hediyeyi Medine-i Münevvere namına, bu havalideki Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi etmek için –ale’r-re’si ve’l-ayn– kabul ettik. Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yani Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki Kur’an’a ve Zat-ı Risalet’e hizmetimizin bir alâmet-i makbuliyeti nevinden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim.

O sırrı size açmak münasip görüldü. Şöyle ki: Şimdi bu mektubu yazan kâtip ile kardeşi Mesud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde kâtip Tevfik ile Mesud’a dedim: Bütün kitapları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şam-ı Şerif tarafına ya Van’daki sıddıklara ulaştırsın. Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.

Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. Keşke güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı dedik. Biraz o mürekkebden taş üzerine döktük, siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâl-i hayır addettik. Fesübhanallah dedik, bunda bir sır var. Sonra birdenbire hatırıma geldi; Şam-ı Şerif’te eniştem Molla Said var, bir kısım kitapları Ahmed Ağa’ya verip göndereceğim, dedikten sonra tam bir sıddık olan Nuh Bey hatırıma geldi.

Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul’daki kardeşlerin istemesiyle, siyah tali’imiz suretini değiştirip parlayacaktır diye mana verdik. Sonra Mısır’a niyet edip yazdırdığım kitapları, en lâyık Van’ı ve en sadıkı Nuh’u gördüm, ona göndereceğim diye Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur’a kadar gönderdim.

Sonra bu işte öyle bir muvaffakıyet ve teshilat göründü ki şüphe bırakmadı ki burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celbetti. Dikkat ettik ki evvelki mektupta size yazdığımız gibi İstanbul’da oturan bir adam, üç defa buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Bey’in üç defa mektup telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulusi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektupta, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inayettir, bu tesadüfî değil.

Sonra Nuh’un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim namımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesap ettik ki biz burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk. Aynı tarihte Nuh habersiz olarak kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mana cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki bu Nuh Bey’in kerametidir. Acaba Nuh Bey’in kerameti var mı ki biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor dediler.

Dedim ki: İhlasın ve sadakatin dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazen daha fevkindedir.

Hediyenin vürûdundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh’un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkinde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğna değil belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum.

كُلُّ شَىْءٍ مِنَ الْحَبٖيبِ حَبٖيبٌ sırrınca Habib’in diyarından gelen her şey mahbubdur. Ve onun içinde bir, bilhassa Ravza-i Mutahhara’nın levha-yı müzeyyene ve münevveresi var idi. Bir kısım sanat-ı İlahiyenin bir nevi küçük müzehanesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-yı mübarekeyi dahi ta’lik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştakane temaşaya başladım. Birden o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: “Bizler senin risalelerinin manidar işaretleriyiz.”

Fesübhanallah dedim, bu hediye içinde sırlar var. Tetkike başladım. Baktım ki gönderdiğim risaleler kaç parçadır, her bir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça hem risalelerden hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip her neviden bir kısım alsın. Hem benim hesabıma Medine-i Münevvere’nin mübarek eşyasını bana ayırıp göndersin. Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifatı vardır.

Madem kitapların parçaları ve hediyelerin nevleri birbirine tevafuk ediyor. Öyle ise her bir nevi, bir nevi kitaba işareti var, münasebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise Mu’cizat-ı Ahmediye namında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektup’a muvafakat münasebeti var. Çünkü şu levha o Ravza-i Mutahhara’nın ve Hücre-i Saadet’in suretini gösterdiği gibi, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi dahi asr-ı saadetin manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe, Mi’rac Risalesi’ne bakıyor.

Öyle ise sair nevlerin dahi risalelerin nevlerine işaret eder diye dikkat ettim ki yedi nevi hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhanallah dedim, yedi nev’i göndermekte ne mana var? Birden kalbime geldi ki: İman-ı billaha dair yedi nevi ile aynı hakikat yazılmış, Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet mevzu vahdaniyet-i İlahiye olduğu halde Yirminci Mektup ile sureti küçük, manası pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz her biri birer risale, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektup, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nevi envar-ı marifetullahtan bir şems-i hakikatin ziyasındaki elvan-ı seb’a gibi bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevvere’nin hediyesi içinde hakikat-i hurmadan yedi nevi Nuh Bey’in eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi Nur’a tevafukla, bir makbuliyet işareti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.

Hem o neviden birisi otuz üç tane olması, o risalelerin birisi Otuz Üç Pencere olması ve hediye içindeki tesbih üç defa otuz üç olması, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektup’undan otuz üç penceresine muvafakatı; Nuh’u ihtiyarsız, sırf bir vasıta-i zahirî olarak bize gösterdi. Nuh’a değil belki Ravza-i Mutahhara’ya karşı minnettarane, müteşekkirane baktık.

Sonra o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nurani bir surette içinden çıkması… Dedik ki: Madem o levha-yı mübarek Mu’cizat-ı Ahmediye’ye, o yedi nevi hurma marifetullaha ve resail-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur’an-ı Mübin’in menbaı ve birinci mahall-i nüzulü bi’r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an’a işaret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telakki ediyoruz.

Said Nursî

***

(Hulusi Bey’e yazılmıştır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Sual: İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir.” demesinin sebebi?

Elcevap: Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü هُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ ve يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umûr-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.

Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, ceset ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır.” demesinin sebebi ve izahı?

Elcevap: Sa’d-ı Taftazanî’nin اَلرُّوحُ الْاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً demesi; قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى sırrıyla –beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi– ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i ism-i Hay, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahluktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerhü’l-Makasıd’da bütün muhakkikîn-i İslâm’ın icmaına ve âyât ve ehadîsin nususuna muvafık olarak “O kanun-u emr, vücud-u haricî giydirilmiş sair mahlukat gibi mahluk ve hâdistir.” demiştir. Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şahittir.

لَيْسَتْ بَيْنَهَا وَ بَيْنَ اللّٰهِ نِسْبَةٌ demesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil belki alâkanın kesilmesidir.

وَ لَا سَبَبَ demesi, esbab-ı zahiriyenin tavassutu ve Azrail aleyhisselâmın kabz-ı ervah hususundaki münâcatı bahsinde denildiği gibi ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız icad edilmesine işarettir.

اِسْتَقَلَّتْ بِذَاتِهَا demesi; beka-yı ruh ispatında denildiği gibi ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizatihî kaimdir. Ceset harap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar, demektir ve bâtıl bir mezhebin reddine işarettir.

(Hususi kısmı)

Haşre dair, Sure-i Rum’da وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ.. وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ.. وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ.. haşrin ayrı ayrı çok kuvvetli bürhanlarını mu’cizane beyan eden o âyetlerin ilhamı ile o âyetlere bir tefsir yazmak niyetinde olduğum vakitte, bu suallerin sorulması, latîf bir tevafuktur. وَ اَزْوَاجَهُمْ وَ اَوْلَادَهُمْ fıkrasını dua ve münâcatımda ilâve ettiğim dakikada hatırıma geldiniz. Bu nevi duada dahi birinciliği kazandınız. Kalben, kalemen, bilfiil alâkadar olmak şartıyla, yirmi dört saatte yüz defa, tasavvurca beş yüz defa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstahak olmanızı arzu ettiğim bir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrur etti ve bir beşaret oldu.

Said Nursî

***

(Hulusi Bey’e hitaptır.)

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

وَ عَلَيْكُمُ السَّلَامُ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ عَمَّرَكُمُ اللّٰهُ بِالسَّلَامَةِ وَ الْعَافِيَةِ …

Aziz Kardeşim!

Evvela: Mektubun bana tesir etti. Fakat hakikati düşündüm, o teessür gitti. İşte hakikat şudur ki:

Mabeynimizdeki münasebet ve uhuvvet inşâallah hâlis ve lillah için olduğundan zaman ve mekânla mukayyed olmaz. Bir şehir, bir vilayet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücud iki hakiki dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne?

Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan şu kardeşin ile ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlahîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderse اَلْخَيْرُ فٖيمَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ hükmünce kemal-i rıza ile teslim ol. Hem senin gibi inşâallah kalbi selim, aklı müstakim, hakiki iman dersini veren zatlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Eğirdir’de lillahi’l-hamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır.

Sâniyen: Sorduğun birinci suale senin kalbini tevkil ediyorum. Nasıl fetva verirse ben de öyle razıyım. Meratib-i dünya, nokta-i nazarımda pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, senin gibi mertebesini hizmet-i Kur’an’a medar edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartıyla hoş görüyorum.

İkinci sualin ise peder ve validenin arzuları pek mühimdir. Kur’an-ı Hakîm bir âyet-i kerîmede, beş tarzda onlara karşı şefkat ve hürmete emreder. Eğer suhuletle arzuları yerine gelmek kabilse yaparsınız.

Sâlisen: Aziz kardeşlerim! Bahar ve yazın meşgaleleri hem gecelerin kısalması hem şuhur-u selâsenin gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması elbette bir derece neşeli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur, size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus siz daima bir iki hakiki kardeşi de bulursunuz.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlukatı vardır ki hakaik-i imaniyenin istimaından çok zevk alırlar. Sizin o kısım ders arkadaşınız ve müstemileriniz çoktur. Hem mütefekkirane o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

اٰسْمَانْ رَشْكْ بَرَدْ بَهْرِ زَمٖينْ كِه دَارَدْ

يَكْ دُو كَسْ يَك دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَا بَرْ نِشٖينَنْدْ

Yani semavat zemine gıpta eder ki zeminde hâlisen lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için bir iki adam, bir iki nefes, yani bir iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelal’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i sanatını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşâallah o cümledendir.

Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim müfarakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz daha ziyade sevap kazanmak emaresi olarak daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenab-ı Hak, hakkımızda çok emarelerle inayet ve rahmetini gösterdiğinden surî iftirakımız vuku bulsa bir eser-i inayet ve rahmet olduğunu telakki etmeliyiz.

Râbian: Sizin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakiki teselli ve esaslı sevinci bulmuş zatlara, envar-ı imaniyenin ve esrar-ı Kur’aniyenin neşirlerine karşı ehl-i dalaletin ve şeytanların desaisle tehacümünden neş’et eden müşkülat ve gam ve kedere karşı sabır ve metanet et ve hüzün ve merak etme demeye ihtiyaç hissetmem.

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu; gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber; hıfz-ı Kur’anî her müşkülata galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye, her kederi unutturur itikadında olduğumdan seni teşci ve teşvike lüzum görmem.

Râkımu’l-huruf Hâfız Hâlid sana selâm eder, duanı ister.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Âhiret Kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Hulusi’nin tekerrür etmiş min haysü lâ yeş’ur bir keramet-i ihlasiyesi şudur ki: Yeni yazılan ve daha ona gönderilmeyen risalelerin mevzuunu teşkil eden bir esası mektubunda yazar. Âdeta istiyor. Çok defa olduğu gibi şimdi de ittiba-ı sünnete dair Mirkatü’s-Sünne’ye sarîh bir surette bir hiss-i kable’l-vuku ile talep ediyor.

Said

[2] * Elazizli Hacı Şevket Hoca.

[3] Hâşiye: Birinci Mevkıf’ı ise ramazan hediyesidir.

[4] Hâşiye: İkinci Sual: Sabah ve akşam namazlarından sonra Sure-i Haşr’in sonunda هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى den başlamak sünnet iken لَا يَسْتَوٖى den başlanması efdaliyeti terk olur mu?