(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Bu defa irsaline inayet buyurulan Hikmetü’l-İstiaze’nin İkinci Kısmını aldım.

Sekizinci İşaret’te ispat edilip gösterilen hak ve hakikat, dalalet vâdilerinde uçan serseri mudillerin yollarını pek vâzıh tenvir ile onlara hem kendilerinin ne yaptıklarını hem cadde-i hakikati göstermekle îcazıyla azîm bir mesele tahlil buyuruluyor.

Dokuzuncu İşaret’te ise bütün ehl-i iman ve bilhassa risale-i envar ile hilkat-i insaniyenin gaye-i hakikisini anlamaya çalışan talebeleriniz, ruhen istikbale gittikçe bu mesele pek geniş bir daire olarak, Hazret-i Âdem’den beri bütün Peygamberan-ı İzam hazeratının ehl-i dalalete karşı mağlubiyeti ve feci hâdiseler çok düşündürüyor ve kalbi zedeliyordu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى O geniş daire öyle tenvir ediliyor ki içinde Üstaddan, Fahrü’l-Mürselîn’den, Hazret-i Âdem’e kadar müşkülat, hak ve hakikat kılıncıyla fethedilip akıl ve kalp صَدَقْتَ وَ بِالْحَقِّ نَطَقْتَ diye tasdik ediyorlar.

Onuncu İşaret’i yazarken elimden kalemi bırakarak hazırûna okudum. İçinde temsilin misal değil, hakikat olduğunu ve böyle bir hakikati, ism-i Hakîm ve ism-i Nur ve ism-i Bedî’in cilvesiyle görüleceğini derk ettim ve hayalen tatbikine çıktım. Pek doğru bir esas olduğunu anladım, Cenab-ı Hakk’a şükrettim.

On Birinci İşaret’te gösterilen zecr-i Kur’anî, kâinat tarlasının mahsulü, makinesinin mensucatı insan nev’i olduğu ve umum mevcudat semeratıyla o nev’e hizmet ettiklerinden insan hodgâmlığıyla, bedbinliğiyle o azîm gaye-i dünyayı hiçe indirmesiyle, büyük çarklar misillü anâsır-ı külliyenin insan aleyhine hareket ettiklerini ve mühlik mes’uliyetten kurtulmak ancak Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmek ve Fahrü’l-Mürselîn’e ittiba etmekle olacağını beyan ile insanı kendine veznettiriyorsunuz.

On İkinci İşaret ve dört sualin cevabının ihtiva ettikleri hakikatler; bizi ara sıra kendi hesabına çalıştırmak isteyen ve cüz-i ihtiyar ile kendisinde bir varlık görüp istihkaka göz diken ve şöhret ve hodfüruşluk tahakkümüyle, hebaen çalışan nebatî ve hayvanî nefis ve heva zincirlerini, altın makaslarla keserek halâs buyuruyorsunuz.

On Üçüncü İşaret ve üç nokta ile her zaman hususuyla mübarek vakitlerde bizimle uğraşan ve bazı yeise düşüren, yüzümüzün siyahlığını görmeyip mü’min kardeşlerimizin ufak tefek çizgiler nevinden karalarıyla onları, bütün siyahlıkla ittiham ettiren, Cenab-ı Hakk’ın rahmetini ve Gaffar ve Rahîm isimlerini tenkide cüret eden ve bu yüzden büyük tahribatlara sebebiyet verdiren hizbü’ş-şeytanın kuvveti gösteriliyor.

Muhterem Üstadım! Bu işareti yazarken vücud âlemine seyahate çıktım. İşarattaki noktalar bir müfettiş hükmüne geçti. İzah buyurulan kuvvetler yerinde görülüp teslim-i silah etmek üzere idiler. Bize bu kuvvetleri gösteren Kur’an-ı Hakîm’den istimdad ve feyzi, her hatvelerimde istiyordum. Ve bize bu esas hakikat-i hayatın neticelerini, karanlıklarını gösteren Üstadımız, muvaffakıyetimizi Cenab-ı Hak’tan dilemekte olduğu, her an kendini göstermektedir. Ve inşâallah halâs edecektir.

Muhterem Üstadım! Bu on üç İşaret, on üç cevahir kümesini muhtevidir. Bunlardan bazılarını ipe çizip göstermekle ve çizmemekle ve görmemekle, o cevahir hazinesine ve cevherlerine bir nakîse gelmeyeceğinden eğri ve doğru çizmek istediğim cevherler, inşâallah hüsnünü zayi etmez.

Ey sevgili Üstadım, ne kadar teşekkürat-ı vefîre îfa etsem ve hayli minnettar olsam yine îfa edemeyeceğime kail olduğumdan, dilerim Cenab-ı Hak’tan razı olacağınız kadar nâil-i mükâfat eylesin, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Hâfız Ali (rh)

***

(Vezirzade Mustafa’nın fıkrasıdır.)

Aziz, kıymettar Üstadım!

Hesapsız hamd ve şükür ol Hâlık-ı Mennan Hazretlerine ki ben ümmi olduğum halde, hissiyat ve emellerimi, şu fâni ve âfil olan hayat-ı dünyadan tecrit ile Risale-i Nur talebeleri içine girdim ve hizbü’l-Kur’an âlimlerine arkadaş oldum. Hizmet-i neşriyede ve ilimde onlara yetişemiyorum fakat inşâallah irtibat ve muhabbet ve ihlasta yetişmeye çalışacağım. Ve dua ile onların kalemlerine yardım ediyorum. Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı, ümmiliğim münasebetiyle yalnız rüyalarımla arz ediyorum.

Bu defa rüyada Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Hacc’ın nihayetinde مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖٓ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزٖيزٌ … الخ okuyarak ve Şah-ı Geylanî kuddise sırruhu Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Nur’da لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ âyetini kıraat ederek nevmden bîdar oldum. Ve anladım ki bu âhirde sünnet-i seniyeye dair mühim bir risale yazıldığı için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın makbulü olmuş ki rüyamda müşerref oldum. Ve o âyet Risale-i Nur’un hülâsasını ifade ettiği gibi ehl-i gafleti şiddetli tehdit eder. Şah-ı Geylanî’yi gördüğümün sebebi, Risale-i Nur’un talebelerinin kudsî bir üstadı, beni de şakird kabul ettiğine dair bir işaret anladım ve bu âyetler havsalamın haricinde olduğu halde, o kudsî zatların hürmetine, kuvve-i hâfızamda her zaman okur ve bir genişlik hasıl olurdu.

Diğer bir rüyamda pek geniş bir daire, temelleri henüz inşa ediliyor görmüştüm. Bu defa o büyük bina ikmal edilmiş, içine girdiğimde sağ cihetini cami-i şerif olarak gördüm. Ve namaz kıldıktan sonra, bütün yazılan Risale-i Nur’u bana verdiler. Ben de yalnız bir adedini orada okunmak üzere verdim. Binanın en yüksek ve ortasında bir dikmesinin değişmesi için ellerinde demir vinç ile çalışanlar üç kişi idiler, gördüm. Tabirini siz Üstadıma havale ediyorum.

Ümmi talebeniz Mustafa

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim!

Bu kere ikmaline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki Yirmi Dördüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektup’un Beşinci Lem’a’sı Mirkatü’s-Sünne Risaleleri bera-yı tashih ve manzur-u üstadanelerine buyurulmak üzere takdim edildi. Risale-i şerifelerin cümlesi, birer hakikat nuru fışkıran birer gülistan-ı cinandır. Hele Otuz Birinci Mektup’un lem’aları ki Minhacü’s-Sünne ve gerekse Tiryaku Marazı’l-Bid’a olan Mirkatü’s-Sünne okunmaya doyulmaz. Okudukça hissedilen manevî sürur ve füyuzatın had ve hududu bulunmaz bir umman-ı feyizdir. Bazı cümleler oluyor ki namazdan evvel ve sonra fakirhaneye gelen ihvana müteaddid defalar okuyup feyizleniyoruz. Hele Giritli Hasan Efendi, gözyaşlarından kendisini alamıyor. Malûm-u üstadaneleri, kendisi Kādirî şeyhidir. Zat-ı üstadanelerine ve bâhusus Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî Hazretlerine merbutiyet ve muhabbeti derece-i nihayettedir.

Üstad-ı Ekremim! Bu defa risale-i şerifeler bir parça tehire uğradı. Bunu, fakirin atalet, betalet ve kesaletine haml buyurmayınız. Şikayet değil müftehirane arz ediyorum, bu sene Cenab-ı Hakk’ın fakire lütuf ve ihsan ve keremi çok oldu. Lehü’l-hamdü ve’l-minne yüz binlerce müteşekkirim. Ramazan Bayramından beri iki defadır hastalığım ki el-ân nekahet devrindeyim, Risale-i Nur-u Şerifelerin istinsahına oldukça bir fâsıla vermiş oldu. Çok şükür elhamdülillah bu hastalıklar bir in’am-ı İlahîdir. Dua-yı üstadaneleriyle sıhhatim yerine gelmektedir.

Âsım

***

(Rüşdü Efendi’nin fıkrasıdır.)

Ey aziz Üstadım!

Bu kadar azîm ihsanınız, beni sevgili Üstadımızın nezdinde talebelerin en sonuncusu olmak şerefini kazandırdığını tahattur ettirdikçe, Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerine gece ve gündüz dua ediyorum. Ve bazı vakitlerde başım secdede olduğu halde, mütemadiyen ağlıyorum. Günahımın azameti, cürmümün hadsizliği, beni titretirken sevgili Üstadımın duası, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, beni teselli ediyor.

Her gönderdiğiniz risaleyi kemal-i iştiyakla okuyorum. Kıymetli kardeşlerimle belki her gün bir yerdeyim. İstifadem pek çok. Siz Üstadımın manevî feyizlerini her vakit risalelerden alıyorum.

Evet aziz Üstadım, hissiyatımı yazabilsem her hafta mektuplarımla mukabele edecektim ve size mektup yazmak da benim için en büyük meserrettir. Affınıza istinad ederek zahiren sükûtla ve manen dergâh-ı Hudâ’ya el açtığım vakitlerde, size âciz Rüşdü talebeniz, aczini takdim ettikçe sevgili Üstadımdan bi’l-mukabele gördüğüm lütuflar karşısında, gözyaşlarımla cevaplar i’ta eyliyorum, efendim.

Talebeniz Rüşdü

***

(Hâfız Ali’nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım!

Otuz Birinci Mektup’un On Dördüncü Lem’a’sının İkinci Makamını bir defa kendim okudum. Pek cüz’î istifade ile dimağımda bir lezzet hissettim. İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki eğer kalp ve kalemim ruhuma tercüman olabilse idiler belki bir derece siz Üstadıma minnettarane arza cüret eylerdim. Heyhat ne kalbim ve ne kalemim ve ne ruhum, acz ile önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular.

Sevgili Hocam! Sözler unvanıyla neşr-i envar ve feth-i bab-ı rahmet eden envar-ı Kur’aniye esasen has, mahsus bir sikke-i hâtemi taşımaktadırlar. Her bir parçasından şümullü rahmet-i İlahiyeye cüz’î, küllî bir kapısı var gösteriyor ve göstermekle kapıları açık bırakıyorlar.

Bu mübarek risaleyi, Süleyman, Zeki Zekâi ve Lütfü kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen bir saray gösterildi. Asıl ve hakikatini ve vüs’atini ve müzeyyenatını temaşa için ruhen çıktım baktım ki yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu. Tekrar o saray şeklinde mutantan, revnaktar, kıymetçe, mahiyetçe aynı ufak bir saray-ı vücud âlemimi gördüm. Ve feth-i bab edip temaşa etmek istedim. Anahtarı yoktu. Birden kardeşimin ağzından بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ işittim. Kapı açıldı. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ هِدَايَتِ الرَّحْمٰنِ dedim. Gördüm ki büyük sarayın müştemilatı ve tezyinatı, o küçük sarayda dercedilmiş. Âdeta çarklardan mürekkeb bir saat ve çok ipleri hâvi bir nessacdır. Dikkat ettim, o saati kuran ve işleteni ve o ipleri gûna gûna boyayıp dokuyanı, gündüzü gündüz eden güneş olduğu gibi pek parlak bir surette izah buyurulunca gördüm. Tekrar “Elhamdülillah” dedim ve şu âlem-i kübranın fihristesini ve numunesini elime alınca artık pervasız seyahate çıktım.

Muhterem Üstadım! Şu söz öyle bir hakikati ders veriyor ki daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey kalmıyor. Her gördüğü munis bir arkadaş oluyor ve susuz vâdiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Hâlık-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil belki camid olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk defa havsalamız almayarak “âh!” ile geri dönen mi’rac-ı mü’min olan namazda اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki her mü’min kendi vücud âleminde bir elektrik fabrikası görüyor ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziya ile gösteriyor.

Sevgili Üstadım! Cenab-ı Hak bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü’min kullarına yetiştirsin, duasıyla hatm-i kelâm eylerim efendim.

Kusurlu Talebeniz Hâfız Ali

***

(Yeni, mühim bir kardeşimiz Müftü Ahmed Feyzi Efendi’nin fıkrasıdır. Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zat şahsımı görmemiş; dellâllığım eseri olan risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı Kur’an’a ait olduğu için kabul ettim.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Hamd-i bînihaye Kerîm-i Müteâl’e, salât ü selâm Habib-i Zülcelal’e ve onun âl ü ashabına.

Ey bâkiye vâsıl olmuş fâni! Ve ey matlubun bab-ı rahmetinde oturan mahbub! Ve ey derecatın ekmeli olan sıfat-ı abdiyete sülûk edebilmiş bahtiyar! Ve ey Şems-i Tâbân-ı Zülcemal’in karanlıklara aksettirdiği ziya-yı hidayet! Ve ey Habib-i Kuddüs’ün tarîk-ı ulviyetinde karanlıkları yararak uçan şahab-ı şaşaa-nisar! Hatîat ve masiyet deryasının korkunç dalgaları arasında inleyen, Hâlık-ı Kerîm’in bunca eltafını nankörlükle karşılamaktan başka bir vaziyeti bulunmayan bu edna-yı mevcudat, nâil olduğun derece-i makbuliyetten bir katresinin olsun, kendine ihdasını senin şefkat ve kereminden bekliyor. Ne olur beni kendine alıp hizmetinle müşerref kılsan. Ne olur, Habib-i Kibriya’ya benim de kendisinin hizmetine intisabım için ve onun uşşakının asgarı ve hikmet ve nurunun dellâlı olmaklığım için yalvarsan âh!..

Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle mütehassir ve nâlân, ahkar-ı mahlukat

Ahmed Feyzi

***

(Ahmed Hüsrev’in Otuz Birinci Mektup’un On Dördüncü Lem’a’sının İkinci Makamı münasebetiyle yazdığı fıkradır.)

Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

Üç dört gün evvel Cenab-ı Hakk’ın o mukaddes kelâmından müjdeler çıkararak, aktar-ı âleme saçan coşkun denizlerin akıntıları gibi feyizleriyle bizi mest eden, âfil güneşin her gündüze mahsus sönmez ziyası gibi ardı arası kesilmeyen nurlarıyla bizi nurlandıran, hiçbir ferdi şübehatta boğmamak esası üzerine yürüyen, kendisine has belâgatıyla ukûlü teshir edecek bir kabiliyetle söyleyen, sâmiaları ve bâsıraları kendisine müteveccih kılan o azametli Külliyat-ı Nur’dan bir Nur daha aldım.

Bu Nur, o güzel İslâm nişanı ve o büyük rahmet hazinesinin keşşafı olan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in binler esrarından, otuz sırra mukabil altı sırla nurlu şuâlarını ezhanımıza nakşetmiş ve rahmetin bin bir esma-i İlahiyeden gelen şuâlarıyla, insana hadd ü hesaba gelmeyen niam-ı Sübhaniyenin, meded elleriyle yardıma gönderildiğini öğretmekle, bizi sonsuz bir derya-yı feyze gark etmiştir.

Bu kudsî mübarek kelimenin her sure başında zikriyle, ehemmiyet ve azameti ve her hayırlı işlerde tekrarıyla mübarek bir şefaatçi olması, ferşte gezen insana, arşa çıkacak kamet giydirmesi ve acz-i mutlakta çırpınan insanı, Kadîr-i Mutlak’a rabtetmekle, insanın kıymet ve izzeti gösterildikten sonra اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ hadîs-i şerifiyle Mün’im-i Hakiki’nin bin bir esma-i hüsnasının cilvelerinin şuâlarından tezahür eden rahmetiyle perverde edilmek suretiyle de rahmetin bir cilve-i etemmi olduğu izah buyurulmuştur.

Sevgili Üstadım! Ruh-u insanın nazarını, akıl ve kalbini ve muhayyilesini بِسْمِ اللّٰهِ ile kâinat simasına اَلرَّحْمٰنِ ile arz simasına اَلرَّحٖيمِ ile ebna-yı cinsinin sima-yı manevîsine dağıtıyor. Oralardaki rahmet-i vâsia-i külliyenin azametini, letafetini gösteriyor.

Aziz Üstadım! Nazarım nereye ilişse, aklım herhangi bir hali muhakeme etse, muhayyilem ne ile meşgul olsa, sâmiam ne duysa, kalbim nereye gitse dolaştıkları yerlerde ve tesadüf ettikleri şeylerde, beşere bakan pek büyük âsâr-ı rahmeti görüyor. Semavat ve arş, bütün heybetiyle insanların seyrangâhı; cennet, mesken-i hakikisi oluyor. Zemin bir hane şekline giriyor. Mele-i A’lâ’nın sekeneleri ve zemin yüzüne serpilen yüz binlerce mahlukat ve nebatat envaının insanların hâcetleri için koşuştuklarını, sineklerden balıklara, zerrelerden yıldızlara kadar küçük büyük her bir masnû, insanların yüzüne vahşetle değil, gülerek baktıklarını görüyor.

Sonsuz Rahîm olan Hâlık-ı Azîm’in kusursuz olan bu kasrını temaşaya doyamayan ruh, kendine avdet ediyor. Rahmetin nihayet derecede incelikleriyle tanzim ve idare edilen cisme bakıyor. Duyguları arasında yalnız muhayyilesine hasr-ı nazar ediyor. Bu muhayyilenin dimağda kendisine tahsis edilen mahalli, bir hardal tanesi kadarken, her zaman bütün âlemi sinema şeritleri gibi hayal hanesinde dolaştırır.

Hâfıza bir çeşit, akıl ayrı bir çeşit, fikir başka bir halde, kalp daha başka, kâmil insanlarda hal-i faaliyette olan diğer letaif daha başka bir şekilde, bâsıra, sâmia, zaika, lâmise, şâmme gibi havass-ı zahirînin istiab ettikleri manevî sahalara nisbetle, nihayet derecede küçük bir dimağımda yerleştikleri halde, yekdiğerine karışmayarak, biri diğerinin vazifesine müdahale etmeyerek ayrı ayrı vazifelerde, ayrı ayrı dairelerde gayet muntazam çalıştıklarını ve hattâ etıbbanın bile senelerce tahsil ederek içinden çıkamadıkları vücud-u beşerin her bir kısmının, her bir uzvunun inceliklerini görüyor.

Bu derece rahmetle tanzim edilen, bu kadar muhtelif vezaif ile çalıştırılan, bu muhayyirü’l-ukûl makineyi temaşa eden ruh, bu makine üzerindeki derece-i mâlikiyetini düşünüyor. Hükmünün hiçbir uzva tesir etmediğini görünce, sığınacak bir yer, iltica edecek bir mahal, perverde edilecek bir varlık arıyor.

İşte o vakit bu kadar rahmetiyle perverde eden Hallak-ı Azîm’e karşı secde-i şükrana kapanarak ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Bütün dertlerini döküyor. Onun yalnız onun lütf u keremine iltica ederek affolunmak, dünyada olduğu gibi ukbada da sevdikleriyle birlikte vaad ettiği cennette bulundurulmasını istiyor ve yalvarıyor.

Ahmed Hüsrev

***

(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Geçen hafta aldığım mektupta “Senin ve Şerif Efendi’nin ifadeleri kısadır, bir şey anlaşılmıyor. Tenkit mi? Takdir mi?” buyurdunuz. Bütün eserlerinizi takdir ve kemal-i istihsan ile karşıladığımız malûm-u âlîleridir. Esasen tenkit edecek kudret-i ilmiye değil bizde, Türkiye ulemasında olmadığı hâdisat ile sabittir.

Sinn-i sabavetinizde Şark ulemasını ilzam etmeniz ve ondan sonra İstanbul’a gelerek bilumum ulemanın nazar-ı takdir ve hürmetini celbetmeniz, bu hususu ispata kâfidir. Gerek Şerif Efendi ve gerekse Hikmetü’l-İstiaze ve Besmele sırrını okuyan diğer arkadaşlar duydukları hazz-ı manevîden gaşy olmuşlardır.

Fakire gelince, Sözler hakkında hiçbir şey yazmazsam bile o, kemal-i takdirdendir. Zira şimdiye kadar büyük bir zevk ile mükerreren okuduğum ve daima okumaktan hâlî kalmadığım Sözler ve Mektubat hakkında kanaatlerimi daima Üstadıma arz ettiğimden, yazacak kelime bulamıyorum. O da âcizliğimden olsa gerektir. Bir risale ne kadar parlaksa onu takip eden ondan çok ziyade parlaktır. Binaenaleyh ne yazsak hakkıyla ifade-i meram etmiş olamıyorum.

Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözler’in tetkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Şimdi gayet yavaş ve dikkatli okuyup anlamaya çalışıyorum. Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır. Nitekim Yirmi Dördüncü Söz’ün Birinci ve İkinci Dal’ında çok tevakkuf ettim. Lâyıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümde bu iki Dal’ın şifahen izahını rica edeceğim.

Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mûcib oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da muhtac-ı izah noktalar bulunuyor. Öyle latîf ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki o cümleleri de anlamak için sual icab ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki Sözlerinizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve manidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.

Re’fet

***

(Doktor İbrahim’in fıkrasıdır.)

Efendim!

Nurani ve ziyadar cadde-i kübra-yı maneviyede seyr ü seyahat eden umum âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve ârâmsız tulû eden Risale-i Nur eczaları gibi feyiz ve marifet güneşlerinin haberlerini işittikçe; ruhum güller gibi açılıyor, hubur ve ibtihaca müstağrak oluyor. Ve istidadım nisbetinde bir iki meselecik öğrenmeye sa’y ediyor isem de bu envar-ı bahr-i muhitten kardeşlerimin ruhlarına in’ikas eden mesailden bâhis arîzaları tahrir ve takdim ettiklerini gördükçe, adem-i muvaffakıyetimden mütevellid esef ve kederim hasebiyle cehlimden el-eman çekiyorum. “Ümmilik ne güç imiş!” diye ruhum ağlıyor. Mu’terifane “İbrahim, müstahaksın!” diyorum. Nihayet yine ümidimi Rabb’imden kesmeyerek diyorum: “Bir müessesenin başmüdürü, muavini, kâtibi, müvezzii, tahsildarı, hademesi olur. Fakir de kısmen müvezzilik, kısmen hademelik sıfatıyla bulunsam ne zararı var?” deyip müteselli oluyorum.

İbrahim

***

(Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır.)

KUR’AN-I AZÎM

Bir kelimeni, milyonlar defa tekrar okusam

İlk başladığım lezzeti, daima duyarım.

Sen İslâm ocaklarının sönmez bir lem’asısın

Sen o misilsiz zatın, emsalsiz kelâmısın

Rabb’in en sevgili Resulüne kısmet olan

Değerli, bin bir çeşit ispatlı kelâmısın.

Hangi kitap var ki asırlarca böyle hürmetle okunsun

Nasıl bir nankör var ki gelsin sana dokunsun

Hâşâ, sana inanmayanlar kâfirse bile

Gelsin onun dellâlının yanına otursun.

O dellâldan alınca ders-i ilhamı

Lanetler eder, inkâr ettiğine Kur’an’ı

İlmin en derin hocası, bürhanı

Zelil eder, karşısında seni tanımayanı.

Kudsî kitabın çok ünlü, onun dellâlı Üstadım Said

Gönül ister ki o ayarda bulunsun binler Said.

Aynı günün sabahı okuduğum, büyük ve kudsî kitabımız olan Kur’an-ı Azîmüşşan’dan aldığım nurlu ilham-ı İlahîden, dolayısıyla güneş gibi kuvvetli olan risale-i âliyelerinizin âcizde bıraktığı derin his ve tesirlerden doğmuştur.

Osman Nuri

***

(Hulusi’nin fıkrasıdır.)

Bu Mirkatü’s-Sünnet olan mübarek mektup hakkındaki ihtisaslarımı arza maalesef muktedir değilim. Fakat istikametli tefsir, i’cazlı beyan, nurlu ilan gibi şanına lâyık tabirle tavsif edebileceğim Beşinci Lem’a’nın on bir nükteyi ihtiva edişini manidar buldum. Sanki manen diyor:

Îfa-yı sünnet ile mükellef olduğumuz, ol Nebiyy-i Zîşan’ın taraf-ı İlahîden getirip haber verdiği yakînen malûm olan şeylerin hak olduğunu bilip kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmek suretiyle, tarif olunan iman ve İslâm’ın şartlarının mecmuu olan on bir adediyle bu nurlu mektuptaki nüktelerde sarîh tevafuk vardır. Madem böyledir, mü’minim diyen ittiba-ı sünnet etmeli. Elhamdülillah Müslüman’ım, iddiasında bulunan ve لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ itabından kurtulmak isteyen sünnete yapışmalı ilh. hakaiki ders veriyor.

Bu mektubu almazdan evvel –Allah hayretsin– bir gece rüyamda büyük bir camide bulunuyorum. Namaz kılındıktan sonra, ben kapıya yakın bir yerde ayakta duruyorum. Baktım, mihrabın sol tarafından küçük ve toplu bir cemaat geliyor. Bana yaklaştıkları zaman “İşte Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri!” diye kulağıma bir ses geldi. Gayr-ı ihtiyarî “Meded yâ Gavs-ı A’zam!” diyerek, ağlayarak ayağına kapandım. Mübarek sol elleriyle beni yerden kaldırdılar ve şefkat gösterdiler. Kendileri uzun boylu, çok mehib ve üzerlerinde siyah bir sako, mübarek sakalları siyah, pek az ağarmış. Beşûş ve nurani bir çehre. Mübarek başlarında bir mahrut-u nâkıs şeklinde yüksek ve çok beyaz bir sarık vardı. Camiden çıkınca, bitişik bir odada cemaatle beraber oturduğumuzu da hatırlıyorum. Bu rüya bana çok zevk vermekle beraber, dua ve himmetlerinin hizbü’l-Kur’an üzerinde her zaman mevcud bulunduğuna daha ziyade yakîn hasıl ettirdi.

Hulusi

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Bu kere bir kıta lütufname-i fâzılane-i mergubeleriyle tereşşuhat-ı Kitab-ı Mübin’in bir zübdesi bulunan, Fihriste-i Mübin’in Dördüncü Kısmını, Süleyman Efendi kardeşimiz yediyle aldım, okudum. Müellifine, kâtibine, nâşirine, hâdimlerine binler dualar ettim. Hakikaten vakt-i kıraatım olan iki saat zarfında, Risalatü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’un kâffesini icmalen okumuş kadar mütelezziz ve müstefid oldum. Ve şöyle dedim: Lütufname-i keremkârîlerinde işaret buyurulduğu üzere, dört nüsha değil belki birkaç ay, her vazifeye tercihen fihristeyi teksir ve neşre sa’y etmeliyiz.

Mademki gayemiz neşr-i envar-ı hakaik-i Kur’an’dır. Bu mübarek ve kıymettar eser-i giran-baha ise hakaik-i Kur’aniyenin hülâsası ve zübdesi ve tabiri caiz ise tam bir pişdarıdır. Miftahu’n-nusret ve mirkatü’l-fütuhtur.

Üstad-ı azizim! Mukaddemen bu kıymettar eserleri avn-i İlahî ile vücuda getirdikçe, bu kusurlu talebenizi de bir muhatap addederek her bir eseri irsal ve tenvir buyurmakta idiniz. Fakat o zamanlar, gayr-ı ihtiyarî nurla, zulümat karşısında bulunmaklığım hasebiyle, nurlar ile aramdaki perde açılmamıştı. Şimdi o semm-i kātil tabirine lâyık muhalif, zıt, menfî cereyanların zevaliyle, envar-ı bînihaye-i Kur’aniyenin elhamdülillah kapıları açıldı. Sâlifü’l-arz zulümatın zebunu bulunduğum sıralarda münteşir âsârı tekrar okuyup yazıyorum.

Risalelerin derece-i kıymetlerini ve bahşettiği feyzi ve fevzi arz etmek, lisan ve kalemin fersah fersah iktidarının fevkindedir. Bu mübarek ve kudsî tereşşuhat-ı Kur’aniye ve lemaat-ı Furkaniyeyi, hakiki bir dellâl-ı Kur’an olmalı ki hakkıyla takdir ve sena edebilsin. Zira bu hayat-ı hakikiye ve sermediye hazinelerindeki müsta’mel kelimat ve tabiratın kâffesi sairlerine min külli’l-vücuh faik ve bâkir beyanatı hâvi, kemal-i selaset ve cezalet ve şâyan-ı gıpta ve hayret, dirayeti müştemil ve câmi’ ve cümel ve fıkarat ism-i Bedî’ ve Hakîm’in bir cilve-i hâssa ve mümtazesidir, dersem binden bir hakkını bile vermiş olamam.

Hülâsa: Bu Nurların kâffesi Deccallara mahsus ve müstahzar elmas gülleler ve ehl-i iman için menba-ı envar-ı hakaik olan Kur’an-ı Hakîm’den son asırda nebean etmiş, binler âb-ı hayat-ı bâkiye hazineleridir.

Sabri

***

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

Otuz Birinci Mektup’un On Beşinci Lem’a’sının birinci kısmını, büyük bir meserretle aldım.

Sevgili Üstadım! Zaten fakir, âcizane nazarımda “Şems-i Hidayet’ten neşr-i envar eden Sözler” hak ve hem hakikat olarak, hakikat âleminin çarşısıdır. Hakikat âleminde ne varsa o kadar zengin, o kadar mücehhez, o kadar bîpâyandır. Böyle bir çarşı-yı âlem mallarını almak lâzım ki bir padişah kuvveti olsun. Eğer görmekse öyle bir keskin, nâfiz, seyyar bir nazar olmalı ki seyr ü seyahat ile görebilsin. Bu da pek ender bulunduğundan, almak ve görmek için lâzım ki bütün malların bir numune levhası bulunsun.

Ey sevgili Üstad! Her numune levhaları mukaddema görülüyordu ki yalnız bir parça ile topların ve küllîlerin nevilerini gösterir. Daha bir şeye yaramaz. Fakat serâser nur olan hazine-i bînihayenin fihriste ve numune levhasının her parçasından “hanifen müslimen” gömleği çıkacak hârika derecede parçaları ve kıymetleri hâvidirler. Nasıl umuma muhalif külliyatla hârika olduğu gibi, cüz’iyatlarıyla hârika bir hâtemi taşıyorlar.

Evet Üstadım, bu mektubu istinsah ederken kalp ve ruhum cûş u hurûşa gelerek bütün envar-ı resaili kemal-i şevk ve tahassürle görmek istiyordular.

Demek Üstadım, umum risalelerin her parçasına ihtiyacımız olduğu gibi her parçayı da birden görmeye şiddetle ihtiyaç varmış. Cenab-ı Vâcibü’l-vücud size kemal-i rahmet ve merhametinden, o rahmet ve merhametinin iktizasıyla nâil-i mükâfat buyursun, âmin!

Hâfız Ali

***

(Kardeşim Abdülmecid’in fıkrasıdır. Hulusi Bey’e yazdığı mektuptandır.)

Ey Elaziz’in azizi, Hazret-i Seyda’nın muhterem tilmizi!

Teşnesi bulunduğum tebşirnamelerinizi memnuniyetle aldım. Var olunuz. Cevapları yazmak icab eder amma ne yazayım. Ruh nâhoş, kalp bîhuş, kafam bomboş. Zira etraf-ı erbaamdan takattur eden vahşetler, kasavetler, yeisler, beisleri tasavvur ettikçe biri cinnete yani cünuna, diğeri cennete yani Şam’a gitmek üzere, akıl ve ruhum seferber vaziyetini alıyorlar. Bunun içindir ki ne Seyda’nın yani Üstadın talebeliğini ve ne de sizin kardeşliğinizi bihakkın îfa edemediğimden ne yazacağımı bilemiyorum.

Hem de sizden gelen mektuplar saf, temiz, nurlu bir fikirden çıktığından, okuyanlara ışık veriyor. Zulmetli fikrimden çıkan arîzalar ise size zulmet vereceği ihtimalinden korkarak tez tez takdime cesaret edemiyorum.

Abdülmecid

***

(Re’fet Bey’in bir fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Sözlerin ve Mektubat’ın ve Pencereler’in fihristesi o kadar güzel olmuş ki bir defa sathî bir nazar atfeden kimse Risaletü’n-Nur eczalarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum risalelere bedeldir. Hiçbir müellif, yazmış olduğu yüz yirmi kadar kitabının, her birisinin hülâsa-i mealinden ve bilhassa metnindeki âyâtı, birer birer münasip ve manidar bir tarzda ta’dad etmek suretiyle risalelerin gayatından ve mahiyetinden bahsetmek şartıyla böyle ehemmiyetli dört risaleyi vücuda getiremez. Fihriste’nin bâriz bir vasfı daha var ki o da kendi ihtiyarınızla olmayıp sünuhat-ı kalbiye ile olduğunu ispat ediyor. Biz bu halleri gördükçe sizin gibi bir Üstada nâiliyetimizden dolayı Rabb’imize çok şükür etmekteyiz.

Re’fet

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır. Eğirdir’de bir kardeşimize gönderdiği mektuptandır.)

Üstad Hazretlerinin son Otuz Birinci Mektup’un On Üç ve On Dördüncü Lem’alarını hâvi olan pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serâpa nur olan hakaik derslerinden derin manalı, şirin lezzetli, asel-i musaffâ nevinden ekmel eserlerini almakla bahtiyar, cevap takdimine muvaffak olamamakla bedbahtım. Şuracıkta karalamaya niyet eylediğim birkaç satırla, o ders-i hakaikten aldığım feyzi izah veya duygularımı nakletmek istemiyorum. Çünkü bu dersin nihayetindeki hususi hâşiye, sanki manen beni bir müddet mektup yazmaktan men’etti. Zahirî manalar da bu işaretin doğrudan doğruya bu bîçareye ait olduğunu göstermektedir. Bu nurlu dersi bir defa (On Üçüncü Lem’a kısmını) İmam Ömer Efendi gibi arkadaşlara okuyabildim.

Sevgili Üstadımın emirleri, işaretleri, dersleri, tenbihleri, ikazları, irşadları, tehditleri, şefkatleri hep hakikatlidir. Bugüne kadar söylenmişler böyle olmakla beraber, bundan sonrakiler de aynı mahiyettedir. Aslâ şüphe ve tereddüdüm yoktur. Tabiî, sevk-i tabiî, tesadüfî değil; hakiki, fıtrî, sevk-i İlahî. Kader-i Sübhanî, her işimizde hâkim. Cüz-i ihtiyarımızla seyyiatımızdan mes’ul olmakla beraber, hasenat tevfik-i Hudâ ile olduğuna, Kur’an-ı bâhirü’l-bürhan şahid-i sadıktır.

Hulusi

***

(Eğirdir Müftüsüne son ihtar.)

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbihal edeceğim. İkimize taalluk eden mühim bir musibet-i diniyeyi size haber veriyorum. Bunun telafisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:

Zatınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf meçhul sebeplerle aksimize tarafgirane ve bize karşı soğukça rakibane baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost ahbap buldurmak için çalıştınız. Neticesinde burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünkü اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ kaidesince bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiattan siz mes’ulsünüz.

Zehire tiryak namı vermekle, tiryak olmadığı gibi; zındıka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziyetine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne denilirse denilsin o mana değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüd Mahfeli gibi isim ve unvanlarla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler. Fakat bu köyde madem sekiz senedir ki sırf esasat-ı imaniye ve usûl-ü hakaik-i diniye ile meşgulüz. Elbette bu köyde bize karşı muannidane bir heyetin takip edeceği esas, imansızlığa ve usûl-ü diniyeye muhalif, hattâ zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin netice öyle çıkar.

Çünkü bu havalide umumca tebeyyün etmiş ki siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim, belki yalnız hakaik-i diniye ile meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse hükûmet hesabına olamaz çünkü mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid’alar hesabına da olamaz çünkü hakiki meşgalemiz, esasat-ı imaniye ve Kur’aniyedir. Hem resmî Diyanet Dairesinin emirleri hesabına dahi değil. Çünkü emirlerini tenkit ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden men’ettiği için o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.

Öyle ise sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan bu köyde, bize karşı muhalefetkârane ve mütecavizane vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.

İşte sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve mensab-ı fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlat hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkârane muavenetinize istinad ederek; burada hem beni hem seni pek ciddi alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.

Ben kendim burada muvakkatım, ıslahına da mükellef değilim, belki bir derece mes’uliyetten kurtulabilirim. Fakat zatınız hem sebep hem nokta-i istinad olduğunuzdan o vaziyetten gelen müthiş meyveler, defter-i a’malinize geçmemek için her şeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz veyahut oğlunu buradan çek. O daimî senin manevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye çalış.

Zatınıza bu tezgâhın mahsulatından numune olarak sizin hesabınıza, bana muhalefet suretinde gelen yalnız iki küçük numuneyi göstereceğim:

Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve harekâtımı herkesten ziyade hak telakki eden bir ehl-i ilim, sana itimaden oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususi odamda namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli ezan-ı Muhammedîyi işitmekten kulağı müteneffirane, havftan gelen bir istikrah ile kalktı kaçtı. Bu işe sen fetva ver. Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın en nurani, leziz, kudsî kelimatını işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalpte bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!

Bu böyle olsa başka cahil yahut gençler, o meslekte nasıl boya alırlar, kıyas ediniz. Benimle beraber bu işe ağlayınız.

İkincisi: Bir dostum var idi, takvası ifrat derecesinde idi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zatınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz.

İşte o zat, o telkinattan sonra geçen ramazanda bir gün, bana Hülâgu ve Cengiz vakıalarını okutmak için gösterdi. “Aman bunları oku!” dedi. Ben kemal-i taaccüb ve hayretten dedim: “Kardeşim sen divane mi oldun? Benim Delail-i Hayrat’ı okumaya vaktim yok. Böyle ezlemlerin sergüzeşte-i zalimanelerini, bu ramazan-ı şerifte bana okutmak hissini nereden kaptın?” dedim. Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inayet vardı, o halden kurtuldu.

Her ne ise… Bu neviden olan elîm hâdiseler çoktur. Hakikatli bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan haşinane değil, mülayimane bir surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

Hâşiye: Hiç kimseye söylemediğim, hattâ düşünmesini de istemediğim, Kur’anî hizmetimize zarar veren bir haleti söyleyeceğim:

Zatınız bir zaman bize dost göründüğünüzden senin oğlun talebe gibi yanıma geliyordu, ciddi istifadeye çalışıyordu. Değil bana sıkıntı vermek, belki ihtaratımı ciddi telakki ediyordu. Vaktâ ki zatınız bana karşı rakibane bir vaziyet aldınız, oğlunuz da o vaziyetin tesiriyle öyle bir şekle girdi ki en mutî talebeden, en merhametsiz bir düşman vaziyetine geldi. O zamandan beri çektiğim sıkıntıların ve hizmet-i Kur’aniyemize gelen zararların kısm-ı a’zamı, oğlunuzun yüzünden ve senin o rakibane vaziyetinden geldiğine şüphe kalmadı. Senin nüfuzun ve şerefin olmasa idi, oğlun böyle şeylere müdahale edemezdi.

Her ne ise… Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendi’nin hatırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdam eden ve hizmetine kabul eden Kur’an-ı Hakîm’in darbesinden korkmalı, belki o helâl etmez.

***

(Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır.)

Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkit ediyorlar. “Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor.” derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor, mahiyeti nedir bildir?

Elcevap: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp kemal-i sadakatle lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir.

Ben hem garib hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hâfız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup onlara her zaman dua ediyorum.

Sadakatçe Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş’la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman’dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Süleyman, benim her hususi işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde bir şey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti safi ve hâlis, lillah için yapıyordu belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatinin kerametidir.

Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlahî olarak o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise bu tarz sadakatinin lem’alarını çok gördüm.

Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet, bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: “Sana bu sû-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemal-i sürur ve ciddi bir surette o teselliyi kabul etti.

Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için mümkün olduğu kadar cevaz da olsa söylemiyor. Ve bilhassa ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebep, bu kadar olmuş:

Birisi sormuş: “Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?”

O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var ne de bir şey. Her ne ise…

Ben bu köyde ümit etmiyordum ki benim en ziyade itimat ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkitlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.

Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. “Ne için böyle yapıyorsun?” derdim, “Hizmetimize maddî fayda girmeyip fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz.” derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman –bildiğime göre– birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim “Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun.” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zatın hakiki hali bu surette iken insafsız insanlar, bunun hakkında işaa ediyorlar ki Said’in sayesinde yaşıyor.

O da kemal-i iftiharla dedi: “Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder.” dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur’an’a zarardır. Onun için hakikat-i hali beyan ediyorum tâ ehl-i bid’a bilsin ki ihlas ile lillah için çalışıyorlar.

Said Nursî

***