(Risale-i Nur’un tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalpli, ihlaslı, güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Hâlid’in bir fıkrasıdır.)

Risale-i Nur’un müellifi Bedîüzzaman, nadire-i cihan, hâdim-i Kur’an Said Nursî hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:

Üstadım –kendisi– Nur ism-i celiline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i a’zamdır. Kendi karyesinin adı Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kādirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kur’an üstadlarından Hâfız Nuri, hizmet-i Kur’aniyede hususi imamı Zinnureyn; fikrini, kalbini tenvir eden âyet-i Nur olması ve müşkül mesailini izaha vasıta olan nur temsilatı gayet kıymettardır. Resailin mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında ism-i a’zam olduğunu teyid etmektedir.

Risale-i Nur adlı hârika telifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ olmuştur. Her bir risale, kendi mevzuunda hârikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek hârikadır, câmi’dir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat’î delail-i akliye ile ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.

هُوَ الَّذٖى جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَٓاءً وَ الْقَمَرَ نُورًا âyetinin sırrıyla diyebilirim ki Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki şems-i hakikat olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın nurunu istifaza eylemiş ki نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ olan meşhur kaziye-i felekiyeye mâsadak olmuştur. Hem diyebilirim ki Üstadım, Kur’an hakkında bir kamer hükmünde olup sema-i risaletin şemsi olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan “nurî istifade” edip Risale-i Nur şeklinde tezahür etmiş.

Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa ilm-i hali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der.

Bir hasleti de tam tevazuudur ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ hadîsiyle tam âmil olmasıdır. İşte bu haslet icabatındandır ki bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa onların sözlerini içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. Mâşâallah der. Siz benden daha iyi bildiniz der, Allah razı olsun der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem çok memnun olur.

Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek hârikadır ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde, Eflatun ve İbn-i Sina’yı geçmiş diyebilirim.

Bundan on üç sene evvel Dârülhikmeti’l-İslâmiye azasından iken, küçükten beri şimdiye kadar manen izn-i İlahî ile onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbanî ve kandil-i nurani Abdülkadir-i Geylanî aleyhi nazaru’r-Rahmanî Hazretlerinin Fütuhu’l-Gayb risalesini tefe’ülen açtığı esnada اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ ibaresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek manidar olarak, Eski Said’i Yeni Said’e çevirmesine sebebiyet vermiştir.

Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet latîf ve müskit bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina’nın telifatından geçecek “Ta’likat” namında hârika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblağ edip hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. “Sünuhat” isminde bir risalesinde gördüm ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âlem-i manada, bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i maneviyeye binaen “İşaratü’l-İ’caz” namındaki hârika tefsiri yazmış. Bana bir gün dedi ki:

“Harb-i Umumî hâdisat ve netaicleri mani olmasa idi, İşaratü’l-İ’caz’ı Allah’ın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşâallah Risale-i Nur, ahîren o mutasavver hârika tefsirin yerini tutacak.”

Üstadımla yedi sekiz sene musahabetim esnasında mühim meşhudatım çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ mûcibince, deryaya delâlet maksadıyla bu fıkra kâfi görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak zamanı idi, acele yazdım. Üstadım وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ âyetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahib bulmak hakkını ve teveccüh duasıyla yerine getireceklerine eminim.

Hâfız Hâlid (rh)

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Aziz, muhterem, müşfik ve mükerrem Üstadım!

Bu defa irsaline inayet buyurulan Risale-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarını almış fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikadda bir olup çok metin hikmetlerle bazı a’malde ayrılıkları olan dört mezheb-i hak gibi; bu fakire hakka, hakikate, sıdka, imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler.

Hâdisat-ı dünyeviye meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş. Koca bir dairenin maddî ve manevî ağır yükü altında, tek başıma kaldığımdan çok bunalmıştım.

Aziz üstadımın Otuz Birinci Mektup’un Birinci Lem’a’sıyla tavsiye buyurduğu evradın kuvveti, Risale-i Nur’un feyzi, müşfik üstadımın müstecab duası ve üstadımın üstadı Hazret-i Gavs’ın lillahi’l-hamd en küçük hâcetimi görecek kadar zahir himmeti, mahza bir lütf u fazl-ı İlahî eseri olarak devam edebildiğim salavat-ı şerife berekâtıyla zuhur eden imdad-ı risalet-penahî ve Cenab-ı Allah’ın nihayetsiz in’am ve ihsan ve inayeti sayesinde –yüz binler hamd ve şükürler olsun– yeise ve fütura düşmekten kurtulmuş; yalnız huzur-u manevînize birkaç satırlık arîza ile çıkmak geç kalmıştır.

Hakikaten, elmas kalemli çok kıymetli kardeşlerimin âsâr-ı Nur’un cem’ ve teksir ve neşrinde gösterdikleri gayret ve himmet ve sevgili üstadımıza bu kudsî vazifede yaptıkları muavenet, her türlü takdirin fevkindedir. Allahu Zülcelal cümlesinden razı olsun ve neşr-i envar-ı Kur’aniyede daimî muvaffakıyetlere mazhar buyursun.

Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarında, o kadar büyük dersler, o kadar azametli hakikatler, o derece şaşaalı hikmetler ve nurlu, kudsî, lahutî feyizler mündemicdir ki bu bîçare kardeşinizin sönük zekâsı, kısa düşüncesi, perişan, müşevveş dimağı ile hissedebildiği zevkleri ifade etmesine imkân yoktur.

“İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”

On Üçüncü Lem’a’nın on üç işaretle beyanı, Suretü’l-Felak ve Suretü’n-Nâs âyetleriyle وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ âyetlerinin mecmu-u adedine veya bu iki surenin her birinde okunmakta olan اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ‌ adediyle ve Fatiha başta sayılmazsa yüz on üçüncü sureye tam ve latîf tevafuk ve işaret göstermesi nazar-ı dikkati celbetmektedir. Her işaretin nihayetinde, o işaretteki hakaik, birkaç enseb ve a’lâ kelime ile ifade edilmiştir ki bundan daha kuvvetli beyan olamaz. İhtisasımı, bu işaretlerdeki kelimelerle kısaca arz edeyim.

Birinci İşaret: Şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalaletin şerrinden ancak şeriat-ı Muhammediye (asm) ile âmil ve sünnet-i Ahmediye (asm) ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu,

İkinci İşaret: Küfre giren ehl-i dalaletin kemiyeten çokluğunun kıymetsizliğini; şeytan ve avenelerinin tasallutlarına karşı istiaze, istiğfar, hıfz-ı İlahîye iltica ve takva ile sünnet-i seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını,

Üçüncü İşaret: Zahiren cüz’î hata ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizbü’ş-şeytana karşı en kuvvetli kale olan Kur’anî kaleye iltica lâzım geldiğini,

Dördüncü İşaret: مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyetine bir nevi tefsir mahiyetinde, cüz’î ihtiyar ve icadsız kesb ile şerlere sebebiyet veren şeytanın müthiş tahribatına karşı, istiğfar ve Allah’a iltica ve sünnet-i seniyeye riayet iktiza ettiğini,

Beşinci İşaret: Kur’an-ı Hakîm’in azîm tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zayıflığınden ileri gelmediğini hem günah-ı kebairi işleyenlerin küfre girmediklerinin فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ۞ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ iki âyetle sabit olduğunu ve nihayet Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in Gafur ve Rahîm isimlerini melce ve tahassungâh yaparak şeytandan istiaze edilmesini,

Altıncı İşaret: Tahayyül-ü küfrü, tasdik-i küfürle iltibas ve tasavvur-u dalaleti, dalaletin tasdiki suretinde gösteren desais-i şeytaniyeden kurtulmak için hakaik-i imaniye ve muhkemat-ı Kur’aniyeye sarılmak ve lümme-i şeytaniyeden gelen desiselere karşı istiaze etmek ve her iki manevî yaraya karşı sünnet-i seniyeyi merhem yapmak icab ettiğini,

Yedinci İşaret: Erkân-ı imaniyeden biri olan kadere tevilsiz iman etmek lâzım olduğunu ve günah-ı kebireyi işleyen mü’min kalabileceğini fakat şeytanların tahribatına karşı Cenab-ı Hakk’ın bin bir isminin tecelli etmekte olduğunu, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Ehl-i Hak mezhebinden ayrılmamak ve Kur’an’ın çetin ve metin kalesine girerek sünnet-i seniyenin muktezasına tevfik-i hareket eylemekle kurtulmaya muvaffak olunacağını,

Sekizinci İşaret: Küfür ve dalalet yoluna insanların nasıl ihtiyarlarıyla sülûk ettiklerini ve bunların nasıl hayat geçirebildiklerini aliyyü’l-a’lâ bir tarzda ders verdikten sonra, ehl-i iman için Kur’an’ın himayesi altına iman-ı tam ve itikad-ı kâmil ile girmek ve sünnet-i seniyenin daire-i nuraniyesine seve seve dâhil olmaklığın ne kadar güzel olduğunu,

Dokuzuncu İşaret: Hizbullah’ın neden çok defa hizbü’ş-şeytan olan ehl-i dalalete mağlup olduklarını; Medine münafıklarının dalalette ısrar ederek hidayete girmemeleri ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki muharebedeki mağlubiyetinin hikmetini beyan ederek o Seyyidü’l-mürselîn’in sünnetine ittiba sayesinde muvakkat acıların geçeceğini,

Onuncu İşaret: İblisin en mühim bir desisesi olarak kendine tabi olanlara kendini inkâr ettirdiğinden, dört misal ile izah etmek suretiyle bahis; ehl-i imana, cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allah’a iltica etmekle selâmete kavuşulacağını,

On Birinci İşaret: Cirm ve cismi küçük, cürüm ve zulmü büyük, ayb ve zenbi azîm bîçare insanı; kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtarmak için Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmeye ve sünnet-i seniyeye ittiba eylemeye davet ettiğini,

On İkinci İşaret: Mahdud günahlara cehennemle mukabelenin mahz-ı adalet olduğuna, cehennemin ceza-yı amel, cennetin fazl-ı İlahî ile olduğuna; seyyienin az yazılıp hasenenin çok yazılmasına; ehl-i dalaletin muvaffakıyetlerinin –hâşâ– kendilerinde hakikat olduğuna veya ehl-i hakta zaaf bulunduğuna delâlet etmediğini gösteren dört meraklı suale gayet fasih ve beliğ cevaplar vermek suretiyle, ehl-i imanı رَاْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللّٰهِ düsturuna, her türlü saadeti câmi’ olan Kur’an ve Sünnet şahrahına girmeye teşvik ettiğini,

On Üçüncü İşaret: Üç noktasıyla, şeytanın desiselerine müptela olan bîçare insana, hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye selâmeti ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalp için muhkemat-ı Kur’aniye mizanlarıyla ve sünnet-i seniye terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’an’ı ve sünnet-i seniyeyi daima rehber yap ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ‌ diyerek Cenab-ı Hakk’a ilticada bulun diye çok kıymetli tavsiyede bulunduğunu ve خِتَامُهُ مِسْكٌ nevinden on üç işaret halinde tefsir olunan Suretü’n-Nâs ve iki âyeti tekrar ile derse nihayet verdiğini, gayet zevkli ve şevkli ve alâkalı bir surette beyan ve ifade eylemektedir.

On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahririne vesile olan Re’fet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. İkinci Makam başlı başına bir şaheserdir. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hakkındaki beyan buyurulan altı sır, öyle bir hazine-i esrar-ı Rabbanîdir ki ancak Rahman-ı Rahîm’in inayetiyle bu mübarek eseri okuyup anlayanlar ondan zevk alabilirler.

Bundan evvelki bir mektupta, ihtiyarsız Birinci Söz’ü teşkil eden بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hakkındaki mübarek eserden, kalb-i âcizîye gelen bazı hoş tefekkürattan bahsetmiştim. Daima şefkatle dua ve derslerinden istifade ettiren muazzez üstadım, benim daha evvelden de بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ içindeki Rahman ve Rahîm isimlerinin hikmet-i tahsisi hususundaki sualime, ikinci ve mutantan bir cevap daha lütfetmiş oluyorlar. Bu mazhariyetten dolayı, Hâlık-ı Rahîm’e ne kadar şükretsem azdır.

Fihriste’yi harfi harfine henüz okuyamadım fakat inşâallah okuyacağım. On Birinci Mektup’un neleri ihtiva ettiğini öğrendim. Yazılmayan ve rahmet-i İlahiyeden yazılmasına muvaffakıyet niyaz olunan âsârın da neşrine muvaffakıyetinizi, eltaf-ı Sübhaniyeden tazarru ve niyaz eylerim. Otuzuncu Söz’ün, mahkeme başkâtibini nasıl tehdit ettiği hatırasını tamamıyla gözümün önüne getirdim.

Fihriste-i Güldeste: Fihriste namı altındaki bütün risalelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamamen hususiyet göstermektedir. Sözler’in ve Mektuplar’ın bir hülâsatü’l-hülâsası denecek vaziyettedir.

Âsâr-ı Nur’un bir zübdesi, hazain-i Nur’un elmas anahtarı, resail ve mektubatın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da müellifini de Allahu Zülcelali ve’l-kemal hazretleri saadet-i dâreyne mazhar buyursun, âmin!

Hulusi

***

(Hüsrev’in fihriste hakkında bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Senelerden beri vücuda getirilen misilsiz âsâra, Otuz Birinci Mektup’un On Beşinci Lem’a’sıyla öyle misilsiz bir eser daha ilâve buyurulmuş oluyor ki o şaheserler, böyle şah bir eseri; o hârika bedîiyyat, böyle bedî’ bir zübdeyi; o acib telifat, böyle acib bir mecmuayı; o azîm hakaik, böyle azîm bir külliyat-ı hakaiki ve o nurlu risaleler, böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu.

Yüz binler şükrolsun ol Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ki hiçbir müellifin muvaffak olamadığı böyle misilsiz eseri, hazine-i rahmetinden ihsan etmekle, yüz yirmi adede vâsıl olan Külliyat-ı Nur’u, yüz yirmi sahifeden aşağı olmayan misilsiz fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu risalenin menfaati, fevaidi o kadar çok ki izaha hâcet yok. Bu kıymettar risale, kendi kendini lâyık olduğu bir tarzda medhediyor. Hem o kadar güzel medhediyor ki fevkinde beyan olamaz.

Hüsrev

***

(Dereli Hâfız Ahmed Efendi’nin çok manidar rüyalı bir fıkrasıdır.)

Aziz ve müşfik Üstadım Efendim!

Bir gün âlem-i menamda bir sahrada gezerken, birçok kalabalık ahalinin içine girdim. Dersim olan Kelime-i Tevhid’e devam ediyordum. O ahalinin cümlesi Nasâra imiş. Biz aşikâre Kelime-i Tevhid’i çektiğimizden, hepsi bize iştirak etti. Her yüz başında “Muhammedü’r-Resulullah” diyorum. O Nasâralar “İsa ruhullah” diyorlar.

Onlara dedim ki: “Yahu biz İsa aleyhisselâmı tasdik ediyoruz.” Ve kendilerine Kelime-i Tevhid’i okudum “İsa ruhullah” dedim. İşte bakınız, ben sizin peygamberinizi tasdik ediyorum, siz de bizim peygamberimizi tasdik etseniz ne olur, dedim.

“Hayır! İsa aleyhisselâm gökten inmedikçe ve sizin peygamberinizi aşikâr tasdik etmedikçe biz tasdik etmeyiz.” dediler.

Bunun üzerine yanımda iki arkadaş bulundu. Lâkin arkadaşlarım kimler olduğunu bilmiyorum. “Biz dua edelim de İsa aleyhisselâm gelsin ve bizi nasıl tasdik ediyor, göreceksiniz.” Dua ettik. İki kişi “Âmin” dediler. Lâkin İsa aleyhisselâm gelmeyince müteessir olduk. Yine dua ettik “Yâ Rabbi! Bizi bunların yanında niçin mahcup çıkarıyorsun?” dedik. “Bu din âlî değil mi?”

Tahminen, arası bir saat veya bir buçuk saat sonra, karşıdan üç kişi çıktı. Elhamdülillah İsa aleyhisselâm geliyor. Baktım birisi sakallı, ikisi şâbb-ı emred.

Dedim: “İsa aleyhisselâm otuz üç yaşında olduğu halde göğe huruç etti, ne için sakalında beyaz var?” Kalbime geldi ki “Allahu a’lem İsa aleyhisselâm değilse?” Bu zat ve iki arkadaşıyla yanımıza geldiler. Dikkatle baktım, Üstadımızın siması ve elbisesidir. Bizim yanımıza gelince, bizim altımız mağara imiş.

Yanındaki iki kişiye emretti: “Şurada kilitli salîbler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız.” Çıkardılar. Nasâralara karşı hepsini kırdı ve kelime-i tevhid getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasâralara “Bakınız, işte İsa aleyhisselâmın vekili geldi.” deyince, cümlesi tasdik ettiler.

Allahu a’lem bu rüyanın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kur’an-ı Hakîm’den aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasâra’nın bir kısmı İslâmiyet’i kabul edecek ve Nasâra Müslümanları veya Hristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsa aleyhisselâmın sözleri nevinden hüsn-ü kabul edeceklerine işarettir.

Evet, Risale-i Nur’da öyle bir kuvvet vardır ki Avrupa’nın en muannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikisi olan, hakiki iman nurunu arayan Hristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur’u görseler Hazret-i İsa aleyhisselâmın vesayası nevinden kabul edip sarılacaklardır.

Dereli Mutaf Hâfız Ahmed

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Bu Risale Fihristesi, hakikaten menba-ı nur ve mecma-ı hakikattir. Elhak Nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz üç Söz, otuz üç Mektup’un her biri, feyezanda olan birer menba-ı nur-u hakikat ve gülistan-ı bağ-ı cinandır. Binaenaleyh bu müteaddid güller bağının her birisinden müteaddid güller koparıp dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim.

Bu Fihristeleri okumak; herhalde ve behemehal Söz ve Mektuplar risale-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyak ve gayrete sevk ediyor ve şiddetli kamçılıyor. Fakirce noksan olan risale-i şerifelerin hangisini evvela yazayım? Çünkü her biri birbirleriyle nur ve hakikat müsabakasına çıkmış diye mütelaşî ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşâallah –dua-yı üstadaneleriyle– kâffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki: Sabri Efendi kardeşimin ilhahı ve zat-ı üstadanelerinin ilhamı ile Fihristelerin telifi, çok musîb ve hayırlı hem hadsiz hakikatlere anahtar olmuştur.

Cenab-ı Hak, sevgili üstadımızı âfiyette daim, ömürlerine bereket ve her bir umûrunda muvaffakıyet ihsan buyursun da pek çok zamanlar başımızda tac-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kur’an’da çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle mü’minîn de istifade etsin ve ehl-i bid’a ve mülhidlerin de başları yere gelsin.

Talebeniz Âsım (rh)

***

(Kuleönü’nden Sarıbıçak Mübarek Mustafa’nın kardeşi Küçük Ali’nin fıkrasıdır.)

(Bulunduğumuz asrın yaralılarından, manevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)

Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım!

Bulunduğumuz asır, manevî seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken bir gün işittim ki “Sağdan sola geçiniz.” diye ilan ediyorlar. Ve otuz iki harfin birkaç adedini gaib edip ilan edince öyle bir yara daha açıldı ki evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki nass-ı Kur’an’da:

اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

Ashab-ı Kehf efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı –asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi– o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise din-i hak üzere bulunan ehl-i imanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus putperestliğe davet edip kabul edenleri putlara kurban kestirip kabul etmeyenleri katliam ettiği sırada, Ashab-ı Kehf efendilerimiz mağaraya çekildiler.

Ben de asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken “Acaba bu karmakarışık zamanda, benim gibi böyle manevî yaralı gençler, o mahkeme-i kübrada, Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin huzurunda, Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı.

Madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâma, binlerce maddî ve manevî yaralılar, dilsizler, nüzul olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevî adamlar, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın yanına vardığında, bir saat, bir gün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavim ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur’an ve Kur’an’ın tayin etmiş olduğu manevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü’minlere maddî ve manevî doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hal vilayetimiz dâhilinde bulunan manevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım.

Bana rüyamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bedîüzzaman’ı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi, hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalp olduğundan, rüyayı anlattım.

Pederim “Bu zat Barla’ya henüz yeni geldi. Bir iki sene kadar oldu. Git, müracaat et.” dedi. Ben dedim: “Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük manevî bir doktorun yanına bu yaralar ile nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?” Bana “Git!” denildi. Hitap iki oldu.

Hemen sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce bir iki dakika titredim. Sonra fesübhanallah dedim. Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczalara tahammül edemeyecekler. O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabul edip beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti.

Avdetten bir iki ay sonra, hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar; yirmi mah mukaddem bu yaralar içinde, her saat ve her dakika “El-mevtü hakkun” kaziyesini düşünüp “Acaba benim halim ne olur?” derdim.

Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa’yı görünce ruhum biraz genişledi. Acaba bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir iki gün sonra, mübarek ramazan-ı şerif gecesi üçüncü hitap olarak yine rüyamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bedîüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığını ilan ediyor. Ve diyor: “Ben Kur’an’ın dellâlıyım.” diye yüksek sesle bağırıyor, ilan ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım.

Demek bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü’minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslüman’a her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zahir kulağıyla dinlemeyiniz, kalp kulağıyla dinleyelim ki her an bağırıp çağırdığını işitelim. Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise Risale-i Nur Külliyatıdır.

Ben âciz de Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü ve Beşinci Dal’ını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler’i bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa… Bu asrın manevî doktoru ve ilaçları ise Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

Âciz Talebeniz Ali Ulvi

***

(Kuleönü karyesinden İbişoğlu Mehmed’in bir fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım Efendim!

Kardeşim Mustafa, risaleleri yazmaya başlayalı beş sene oldu. Maalesef iki senesini zayi ettik. Üç seneden beri, risaleleri sair arkadaşlarla beraber, hizmetimizin haricinde her zaman okuyup istifade ediyoruz.

Bazı, köyümüzün ehl-i tarîkat olanları, bidayeten kardeşim Mustafa’nın okuduğuna ehemmiyet vermiyorlardı. Ben de bu okunan Sözler hem tarîkata hem hakikate pek muvafıktır. Bu zamanın yaralarına bir ilaçtır diyordum. Ve her ne zaman yeis içerisinde kalsam kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nur’dan okutur, dinler ve Risale-i Nur’un verdiği feyizle yaralarım tedavi olur, giderdim. Herhangi bir meseleden bahsedilse Risale-i Nur’da en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki Sözler’in kıymetini bilmiyorlar. Ben de bütün bu söylenen sözlere ilaç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza bağırarak derim ki: “Hariçte görülen marazlara ilaç vardır.”

Ey kardeşlerim, istifade edelim. Bu risalelerden istifade etmeyenler ne kadar akılsızdırlar. Çok şükürler olsun ki böyle bir zat-ı muhtereme Cenab-ı Hak bizi eriştirdi. لِلّٰهِ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ

Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, ihsanıyla, eltafıyla, üstad-ı muhteremin himmetiyle ehl-i tarîkat ile birleştik. Şimdi Sözler’i çok okuyoruz. Ve onlar da çok istifade ediyorlar, menfaattar oluyorlar. Sözler’in hak olduğunu tamamıyla anladılar. Hattâ okumak için kardeşimi çok zaman icbar ediyorlar.

Bir gün kardeşim Mustafa risaleleri yazmaklığım için beni teşvik etti. Ben de yazmak için Yirminci Mektup’u aldım. İstinsah ettiğim bu mektupta üç tevafuk gördüm. Satırın yukarısında iki tane “nihayetsiz” var ve altında da üç “dünya” tevafuku var. Bu halden müteessir oldum. Dünya beni salmayacak diye yazmayı bıraktım. Şimdi tekrar niyet ettim. Bu niyetimin üzerine bir rüya gördüm. Üstad-ı muhterem siyah merkebin üzerinde râkiben yanıma geldi. Şu merkebi sağlam bir yulara bağla, emir buyurdunuz. Siz Üstadımın göstermiş olduğunuz her tarafı zincirden olan yuları merkebe taktım. Sıkı olarak bağlandı. Kımıldanmayacak bir şekilde kaldı. Ben de anladım ki o merkep dünyadır. İnşâallah duanızın himmetiyle, dünyamın bağlandığını anladım. Ve minallahi’t-tevfik deyip Üstad-ı muhteremimin himmetiyle risaleleri yazmaya muvaffak olurum ümidindeyim, inşâallah.

Yirminci Mektup’u elimde götürürken meydanda idi. Karşımda muhtar odası olduğundan risaleyi saklamıştım. O gece rüyamda, Üstad-ı muhteremimi büyük bir denizde ve denizin içerisinde sarayda gördüm. Bizim köyün insanları da o sarayın etrafında idiler. Âciz talebeniz doru ata binerek zatınızın yanına vardım. O adamlar bana, denizden nasıl atladığımı sordular. Ben de o adamlara cevaben: “At yeni nallı olduğundan hiç zahmet çekmeden geldim.” Halbuki deniz ince bir surette incimad etmişti. O esnada üstadım karşıma çıkarak “Ne için Sözler’i saklıyorsunuz? Bundan sonra Sözler meydanda olacak.” dediniz. O esnada benden at istediniz. Ben de güzel yürüyüşlü atı getirdim, o esnada uyandım. Allah hayretsin.

Âciz talebeniz Hacı Mehmed

***