(Sözler hakkında Murad Efendi’nin fıkrasıdır.)

Aziz Dost!

Derya-yı maariften sema-yı irfana İlahî bir hava ile coşup fışkıran ve sema-yı irfandan zemin-i maarife İlahî bir hava ile inen baran-ı marifeti ve feyezan-ı hikmeti zemin ile âsuman arasında seyre dalmıştım. Bu sırada coşan deryanın ka’rından, sahil-i beyana baha takdir edilemeyen cevahir geliyordu. Bunlardan bir miktar olsun almaya iktidarım gelmiyor ve gelemiyordu. Yalnız görüp alabildiğim bir şey varsa bedî’in cilvesiyle bedîiyatın neşesiyle hayrettir.

Murad

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

On dördüncü asrın elli ikinci sâline yetişip ahkâm-ı kat’iyesiyle mü’mine beraet ve mücrime idam-ı ebedî kararının infaz ve icrası gününe kadar bâki kalacak olan kavanin-i ezeliye-i Sübhaniyeyi, bi’l-külliye hedm ve imha etmek âmâl-i bâtıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalalet, ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada, keşf-i kable’l-vuku olarak, işbu çelik kale tabir ettiğimiz, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın müfessir ve mümessili olan Nur deryası zahiren otuz üç adet, manen otuz üç milyon elmas, inci ve mücevherat-ı mütenevvia ve müteaddideyi vücuda getirdikten sonra, asıl kalenin bu teşkilat-ı nuraniye ve mühimme dairesinde tanzim ve tarsini iktiza ettiği hengâmda, edna bir amele olarak, yüz bin defa haddimin fevkinde olan şu kudsî vazifeye, bu abd-i âciz de tayin ve kabul edilmekliğimdeki tevfikat-ı Sübhaniyeye karşı, secdegâh-ı Rabbaniyede mütalaa ve riya olmasın, şu fâni vücudumu ârâmsız ifna etsem o mukaddes vazife dairesinde, bir dakika müşerrefiyetime mukabil ubudiyet etmiş olamayacağımdan اِلٰهٖى اَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَ مَنٍّ وَ اِنّٖى ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنّٖى kaside-i şerifesiyle arz-ı ubudiyet etmekle iktifa ettim.

Hulusi-i Sânî Sabri

***

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Bu hal karşısında kendimi düşünüyorum ve bir de peşinde koştuğum bu kudsî hizmete bakıyorum. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanlarına hamdeder ve şükrederken bir kardeşimizin dediği gibi ben de kendime diyorum ki:

Evet Hüsrev, iyi olan sen değilsin; takip ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nurlu, hiçbir şey olamaz diyorum.

Sevgili Üstadım! Size medyunuz, risalelere medyunuz. Bizi size ve risalelere ulaştıran Cenab-ı Hakk’a medyun ve müteşekkiriz ve hâmidiz.

Sevgili Üstadım! Mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet, bazen yoruluyorum fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa’yim, keffaretü’z-zünub olur çünkü Cenab-ı Hakk’ın rahmeti vâsidir, diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken yazılarımın kıymettar Üstadımı memnun etmesi, bu halimi kat kat tezyid ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Ahmed Hüsrev

***

(Küçük Zühdü’nün fıkrasıdır.)

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını akşam fakirhanede Bekir Ağa ile beraber bazı hususi arkadaşlarımızla okuduk. Ve son risalenin dinsizleri iskâta kâfi geleceğine hepimiz kanaat ve iman getirdik.

Küçük Zühdü

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalaletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatıyla müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa, Hızır gibi yetişerek Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını sunup derdime derman oldu.

Evet, eczahane-i Kur’an’ın müstahzaratından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i meknun, es’ile ve ecvibe, işaret ve sarahatiyle tedavi ile mağmum kalbimi tesrir ve müteessir vicdanımı tenvir ve mükedder ruhumu mahzuz edince dedim:

Aman yâ Rabbi! Sen Resulün ve Habibin Muhammed Mustafa’nın (asm) hakiki ümmetine öyle bir tükenmez hazain-i hikmet bahşetmişsin ki o hazine-i kudsiye 1351 sene ahkâm-ı ezelîsi ve ferman-ı ebedîsiyle öyle bir hayat-ı bâkiye ihsan etmiş ki hakiki verese-i enbiya olan ulema-i be-nam, en kısa bir âyetten nice hakaik-i nâmütenahiye istinbat ve istihraç ederek ümmet-i Muhammed’in kulûb-ü mecruhalarını Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âb-ı hayatıyla ihya buyuruyorsunuz.

Ey Mâlikü’l-mülk, ey Hâlık-ı Zülcelal, ey Hâkim-i Bîmisal! Senin Zat-ı Azamet-i Kibriyana iltica ederek niyaz ediyorum, şöyle ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeyi i’lâ ve tarîk-ı Ahmediyeyi ibka ve hakiki verese-i enbiyanın âmâl ve makasıdını teshil ve teysir buyurarak, bu bîçare kullarını Kur’an-ı Azîmüşşan’ın daire-i nuraniyesinde mesudane i’lâ-yı kelimetullah etmeyi göstermeden hayat-ı bâkiye âlemine göçürme Allah’ım diyerek zahirî ve bâtınî gözlerimi levaih-i Kur’aniye ile perdeledim, Üstadım Efendim.

Pür-kusur talebeniz Sabri

***

(Sözler’i müştakların ellerine yetiştiren kardeşim Bekir Ağa’nın fıkrasıdır.)

Elimizdeki hakaik-i Kur’aniyeyi câmi’ Nur Risaleleri, her ân ve zaman bizi tarîk-ı hakikatin nurlarına istiğrak ederek, şu zaman-ı hazıranın ehl-i imanın kalbine verdiği ızdırabı izale etmektedir.

Hakk’a şükürler olsun ki ehl-i imanın üzerine musallat olan ve gayr-ı kabil-i tahammül olan hâlât karşısında, iman ve irşadın nurani dairesi dâhilinde, hak ve hakikate lâyık bir vazifede istihdam ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellimiz olan şey ancak Erhamü’r-Râhimîn’in tavassutunuzla bizi kavuşturduğu hakikatlerdir. Lisanım, şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak söyleyebildiğim şey, beklediğim ümit, benim ve ehl-i imanın, bilhassa risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur olmalarını ve bilhassa başta Üstadımızın kudsî ve pek azîm hizmetinden, Hâlık-ı kâinat hazretlerinin razı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bugünkü ahval-i müessifeden müteessir olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, inşâallah. Ben cahilim, bu kadar yazabildim. O Sözlerin kıymetini tariften âcizim. Ne kadar yazsam o eserlerin kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.

Talebeniz, Emrullah oğlu Bekir

***

(Tarîkat hakkında olan Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazılmış.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Sevgili ve kıymettar Üstadım, Efendim!

Hâfız Ali Efendi kardeşimle irsal buyurulan Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dokuzuncu Kısmını pek büyük bir sevinçle aldım ve okudum. Kısmen kardeşlerimle, kısmen de yalnız başıma, beş altı defa okuduğum halde, bu risalenin ruhuma ilka eylediği nurani feyizleri karşısında, okudukça okumak ihtiyacım artıyordu. Ve senelerden beri müştakı bulunduğum tarîkatın böyle ulvi, nezih, âlî hakikatlerini öğreten bu kıymettar risaleyi elimden bırakamıyorum. Her okudukça başka bir zevki veren ve kendi arkadaşları olan diğer risaleler gibi her bakışta başka bir güzellik ve letafet gösteren bu risaleyi ve içindeki ulvi ve âlî hakikatleri bize okuyan levhaların münderecatını belki dört beş seneden beri arıyor, bulamıyordum.

Sevgili Üstadım, Allah sizden ebediyen razı olsun. Nasıl ki bahr-i muhit içerisinde yaşadıkları halde, susuz kalmalarından dolayı değil belki kendilerinde zîkıymet şeylerin husulü için nisan yağmuruna şiddetli bir alâka ile ihtiyaç gösteren balıklar gibi benim de bu risaleye ihtiyacım şiddetli idi. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak hazretlerine bînihaye şükür olsun ki hayatımın bu karanlık sahifesini de arzularımın pek fevkinde olarak nurlandırdı.

Evet, bu risalenin fakir talebenizde hasıl ettiği tesir ve intibalarını, kalemle ifadeden her vakit için âcizim. Küçük küçük cümleleri ve anahtarlarıyla pek büyük define ve hazineleri açan ve azîm girdapları kapatan ve tarîkatın nezih, âlî ve çok yüksek feyizli, sürurlu, zevkli, doyulmaz ve bırakılmaz bir yol olduğunu ders veren bu kıymettar risaleyi çok ehemmiyetli buluyorum. Ve bilhassa tarîkata mensup olup da haricin ittihamından kaçınan veyahut öğrenmek ve anlamak istedikleri halde muvaffak olamayan ve alâkadar olmak isteyen kardeşlerimi, bu risaleye mâlikiyetlerinden dolayı tebrik etmekte kendimi çok haklı görüyorum.

Kıymettar Üstadım!

Risalenin geri kalan kısmının da bir an evvel ikmaliyle, istifade ve istifazamız için irsal buyurulmasını, dest ü dâmenlerinizi öperek niyaz etmekteyim. Ve ikmal ve irsaline de arkadaşlarımla birlikte sabırsızlıkla intizarımızı arz ediyorum, Efendim Hazretleri.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hakir talebeniz Ahmed Hüsrev

***

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP’UN ÜÇÜNCÜ KISMI VE ÜÇÜNCÜ ZEYLİN NİHAYETİDİR

(İkinci Sabri ve İkinci Hüsrev ve Birinci Ali’nin fıkrasıdır.)

Ey Yüce Üstad!

Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e çok şükürler ki size, o muazzam Kitab-ı Mübin’in hazine-i hakaikinin miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O hakaik-i azîme ki bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir “Acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?” diye bir halette iken, o mahfuz ve mestûr zemzeme-i azîmenin musluklarını açarak, her meşrep ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil olmayan bir tarzda, cüz’î küllî hattâ pek âmî olanlar bile bir damla ile hararetini kestirecek derecede vazife-i âliyenizde münteşir, tekellüfsüz, tasannusuz, çok cihetlerle kanaat-i kâmile ile şahit olabildiğimiz bu vazife ile muvazzaf ve ancak ilm-i bînihayeden lemean eden, arş-ı Hudâ’ya nazar ile âleme rahmete vesile olduğunuz hengâmda ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!

Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam faik derecesinde massedebilmesi bence baîd diyebileceğim serâser nur olan eserlere, fakir gibi her hususta nısıf değil hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalaa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlînin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksat olan, yalnız üstadım, her hususta muvaffakıyete kısa nazarım ile bakıyorum. Muvaffakıyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke uzaktan uzağa görünüyor. İnşâallah o yevm-i mev’udu, duanız himmetiyle göreceğiz ve biz görmezsek fütuhat-ı azîmeye nâil olan eserleriniz, pek bâlâ bir mevkide kahramanane müşahede edecekleri şüphesizdir. Cenab-ı Hak sizden ebedî razı olsun, dua-yı âciziyeden başka bir mütalaa dermeyan edemeyeceğimden o hususu fikr-i âlî, kalb-i safi kardeşlerime havale edip el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.

Üstadım, bu Üçüncü Nükte-i Kenziyeyi mütalaa ettim. Sure-i Alak-ı mübareğin hurufatının îma ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-ı ihtiyarî “Allah, Allah” lafz-ı celali ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazîn hazîn yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum: Evet, nasıl ki kâinatın her zerresi Hâlık-ı kâinat’a şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de kâinatın haritası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücudunu teşkil eden harfleri de hâdisat-ı kevniyenin mazi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihîdir diyorum. Bu düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdülillah dedim.

Hele mübarek Sure-i Rahman, şu zamanın efkâr-ı bâtıla ve firavun-meşrep kafalara yıldırım-misal sâıka ile pek sarîh bir surette, her işi Rahmanu’r-Rahîm’in diye ispat ve otuz bir defa bir cümle tekrar ile çör çöpten ibaret olan tabiiyyun ve maddiyyun tahassungâhlarını, o kudsî harflerinin remziyle zîr ü zeber ediyor. Zaten Üstadım, çok yerlerde beyan buyurduğunuz gibi bu kâinat kitabını açan Kadîr-i Zülcelal ve Hakîm-i Zülkemal, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sahife, satır, harf ve noktalarını hakkıyla izah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir muarrifini ve o muarrifin verese-i hakikisini rahmeti muktezası ile eksik etmeyecek. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Evet Üstadım! Şahidim ki çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti yorgunluğa değil, her şeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azîmenin birisinin kumandasını Cenab-ı Hak size tahmil etmiş oluyor ki bütün dünya Kur’an’ın beyan ve esrarından manen sizi dinliyor, inşâallah her vakit dinleyecek. Bu manevî muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlaline değil belki bütün mevcudatın netice-i tahribini taşıyan ve istimal eden muharriblerledir. Öyle ise siz yalnız bize değil, ilâ yevmi’l-kıyam bâki kalacak Müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, güruh-u hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kur’an-ı Hakîm’in son sistem malzeme-i mübarekelerini icada vesilesiniz. Var ol ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabb’im yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevabı ihsan buyursun, âmin!

Affınıza mağruren şunu diyeceğim ki: Madem manevî cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz; düşman hem dessas hem surî kuvvetlicedir. “Kılınç hasma göre çekilir.” düsturuyla, sizin telaşsız ve ârâmsız sa’yiniz göz önünde iken cephemize hile tuzağı addedilen hubb-u câh ve sermaye-i dünya gibi çok cazibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp âfil şeylere aldanıp çok mübarek ve mukaddes şeylerin ayak altında kalmasına sebebiyet vermemek için ancak ve ancak Cenab-ı Kibriya’nın azamet ve kudretinden ve şümullü rahmetinden ve Şah-ı Levlâk’in himmet-i âmmesinden ve Zat-ı Üstadanelerinin makbul ed’iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamızı niyaz ediyorum ve böyle imanım var ve her dakika ârâmsız bekliyorum.

Hâfız Ali

(rahmetullahi aleyh)

***

(Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır.)

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmı

1- Şeair-i İslâmiyenin tağyirine aslâ razı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kat’î bir hüccet.

2- Tevilkârane “Zahirî muvafakat gösteriyorum.” iddiasında bulunanları, birinci zümreye ilhak ettirecek müessir bir kuvvet.

3- Ulemaü’s-sû ahzabına şedit bir tokat.

4- Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid’alar çıkaranlara, kāhir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lanet.

5- Beşinci ve Altıncı İşaretler, ıslah-ı âlemin bizzat Hazret-i Mehdi’nin zuhuruna vâbeste olduğuna kanaat eden zümreden, bu zat-ı âlîşanın dahi bu emirde muktedir olmasında şüphe duyanların bu vehimlerini bertaraf edecek, itimatlarını temin edecek, gayet kuvvetli güneş gibi bir hakikat.

6- Yedinci İşaret, bu asrın en makul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları câmi’dir.

Âciz kardeşinizin bu kısa vasfı da elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakaiki lâyıkıyla vasfeylemek, bu bîçarenin haddi değildir.

Dünyevî meşgalem, hususi işlerimiz ve pederime yardım gibi mecburi ahval ve duygular, evvel ve âhir arz ettiğim gibi hizmet-i Kur’aniyedeki vazifeme çok mani oluyor. Ne yapayım? ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ diyorum. Duanıza çok muhtacım ve muhtacız. Biz her vakit sevgili Üstadımıza duada bulunuyoruz.

Hulusi

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri!

Ekalli, kırk seneden beri hakikat âleminde nurlar saçan nurani, kudsî, feyizli sözlerin kâffesi, bütün safahatında tarîkat ve seyr-i sülûka ait pencereleri küşad ile müştaklara temaşa ve berk-i hâtıf-misal تَعَالَوْا اَيُّهَا الْاِخْوَانِ nida-i beliği ile davet etmekte iken, dürbünî bir nazara mâlik olanlar, pek aşikâre görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de bu abd-i pür-kusur o nurlarla omuz omuza yürüyen, tarîkatın ne demek olduğunu, matla-ı şems-i füyuzat ve menba-ı fevz-i necat olan, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un dokuz levha-i saadeti câmi’ Dokuzuncu Nüktesini okuduktan sonra, alâ kadri’l-istitaa öğrendim. Nihayetsiz füyuzat ve hadsiz ezvak-ı mütenevviayı hâvi olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdülillah, şu nüktede nura muhtaç kalbime lâyüad nurlar bahşedildi.

Kalbimin hissedip lisanımın ifadeye muktedir olamadığı derya-yı hakikate dalarak, şu eser-i giran-bahanın şâyan-ı menn ü şükran olduğunu arz ve mâba’dinin tevali ve temadisini can u yürekten talep ve temenni etmekte iken, işte tetimmesi olan üç telvih de ihsan buyuruldu.

Bu hâtime kısmı, vartalardan kurtulmak çaresini gösteren irşad ve ikazlarıyla, cidden bir levha-i saadet ve bâis-i hayat-ı mücedded olmuştur. Acaba her an, en az bin bir nevi semere-i saadet ile tagaddi etmekten kaçan ve o cadde-i kübraya aslâ lâyık olmayan, iftira ve isnadat perdelerini görüp şu meşale-i adîmü’l-misali söndürmek, zulümat ve dalalat vâdilerine yol açmak isteyen bakar körlere, ne demeli?

Nazirsiz şuleleriyle asr-ı hazırı ihya ve tenvir ve istikbalin krokisini bihakkın tanzim ve tahkim eden Nurlar, ile’l-ebed pâyidar olsun. Dilerim Bâri-i Teâlâ Hazretlerinden ki şu âsâr-ı pür-nurun bütün ümmet-i Muhammed (asm)a tamimine muvaffakıyet ve müyesseriyet ihsan buyursun, âmin!

Sabri

***

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım Efendim!

Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniyede, yanlışlığın tarafımızdan nasıl karşılandığını sual eden ve hatasının esbabını bize izah eden sevimli mektubunuzu aldım. Bu kısmı, Sure-i Kevser’in latîf ve yüksek tevafukatını gösteren Altıncı Remiz’le ve bir de büyük bir fatihten daha büyük olan tarîkata ait kısımla beraber okudum.

Bu hafta sevincim ve şevkim pek ziyade idi. Bir taraftan, senelerden beri tabedilmesi ve âlem-i İslâm’a neşredilmesi için istinsah edilen o kıymettar mahzen-i hakaik, emin vâdilere gönderiliyordu. Diğer taraftan, şu baharın cazibedar güzelliğinden pek çok yüksek bir nuraniyetle karşımıza çıkan Yirmi Dokuzuncu Mektup’un her bir kısmının verdiği zevk-i manevî içerisinde yaşıyorduk.

Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen ikinci bir nükte-i Kur’aniyeyi, mektubunuz gelmeden evvel arkadaşlarla birlikte tekrar okuduk. Tetkik gayesi hiçbirimizde olmadığı için on dakika içerisinde, yazılan bu kısmın nurani şuleleri arasında kaldık. Okurken, ağzımızdan arada sırada çıkan sadâ-yı hayret ve taaccübden başka bir şey işitilmiyor ve yüzümüzden akan beşaşet, duyduğumuz manevî zevki tarife kâfi geliyordu.

Sevgili Üstadım! Her bir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve lâyık olduğu şekilde hürmet gördüğü için her nasılsa vaki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar Üstadım bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiçbir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve “Yanlış var.” diyenlere karşı da hak dava edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sure-i Kevser’in ve Sekizinci Remzin tevafukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tetkikatta bulunmuş ve hiçbirinde noksan bulamamıştık. Esasen bu tetkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil belki tevsi-i malûmat ve bir de manevî gıdamızı almak için vuku buluyordu. Bu akşam fakirhanede Re’fet, Lütfü, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte, hiçbir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hal bize kâfidir. Şimdiye kadar da böyle bir şey vuku bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şahit; bu risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zatların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.

İşte sevgili Üstadım! Bu hâdisat dimağımızı daha ziyade takviye etmiş bulunuyor ve bizi size daha ziyade rabtediyor. Her hususta bizi himaye ve vikaye etmekte olduğunuza kâfi ve daha kat’î bir bürhan yerine geçmiş bulunuyor.

Sevgili Üstadım! Bu hafta hatt-ı destinizle pek çok zahmet çekerek, bin müşkülat içerisinde yazdığınız, bütün Kur’an’daki tevafukatı gösterir bir nükteyi daha aldım. Bundan başka bu nükte gibi umumî olup yalnız tarzları ayrı olmak üzere iki tevafukat listesi daha yazılacağı iş’ar buyuruluyor. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz ve yorgunluğunuzu hatırladıkça yüreklerimiz sızlıyor. Cenab-ı Hak sizlere lâyık bir tarzda hayr-ı kesîr ihsan eylesin, âmin!

Hüsrev

***

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım, Muhterem Efendim!

Kur’an-ı Kerîm’in âyât ve kelimat ve hurufatında görünen ihtilaf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakiki ve esaslı bir surette âyât ve kelimat ve hurufatın tesbit edileceği hakkındaki iş’ar-ı fâzılaneleri, cidden şâyan-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahval, bizi Üstadımızın ulvi ve umumî olan vazifesinde her vakit için Cenab-ı Hak’tan muvaffakıyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor.

Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Bey’e yazılan mektup sureti ve buna mümasil diğer mektubat, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi bugünkü insanlığın giriftar olduğu riyakârlık, tabasbus ve temelluk ve emsali gibi pek çok ahlâk-ı rezileden kurtarmış ve her birerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene fidanları gars ederek, birer şecere-i âliye ve nâfizenin vücuda gelmesine sebebiyet vermiştir.

Hattâ o kadar diyebilirim ki bugünkü beşeriyetin duygularından bambaşka bir hayata sevk etmiş ve her an “Hâlık’ımız bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir sa’y ile sahife-i hayatımı kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşan aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin, dalalet yolunu tutan veyahut dalalete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidayete getirmek için sa’y etsek hoşnudiyet-i Peygamberîyi (asm) celbedebiliriz?” duyguları ve mefkûreleriyle yaşatmaktadır.

Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o talebelerinizin ruhlarında, üstadlarının en güzel fıkrası olan “Kur’an-ı Azîmüşşan’a feda olan bu baş, başka yere eğilmeyecek.” sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir miftah ve bir düstur olmuştur. İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için bu vâdideki korku denilen mevhum kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri cesaretten korkmaktadır.

Rıza-i İlahî uğrunda her gelecek hale memnuniyetle göğüs germeyi, üstadlarının halinden her gün ve her an ders alan talebelerinize ve kardeşlerime, hayırlı muvaffakıyetler ve saadetler temenni ederken sevgili Üstadım, size de lâyık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyak bir tarzda eltaf-ı Sübhaniyeye nâiliyetiniz için dua eder ve dâmenlerinizi kemal-i hürmet ve tazimle öperim, Efendim Hazretleri!

Hüsrev

***

(Nasuhizade Şeyh Mehmed Efendi’nin fıkrasıdır.)

Bülbül-ü Bağistan-ı Kur’an, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri!

Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihal-i dâr-ı beka buyurdular. Burdur’u teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan ile beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükût-u hal-i murakabeye varıldı. Bazı veliler ruhanî teşrif buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahman zuhuruyla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burdur’u teşrif ile bazı yevm sohbet-i irfaniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.

Şu tulûatımı arza ictisar ediyorum:

Halka-i hakikatte devrandadır ol mübarek Üstad

Kavuşturdular ruhunu, ervah-ı enbiyaya ânın

Mest-i müstağrak olup hayrettedir ol mübarek Üstad

Mübarek Kur’an’ın dellâlısın dediler âna

Sözleri candır, onu tutmayan ruhsuzdur heman

Bütün söylediği nur-u hikmettir ânın

Mi’rac-ı ruhanîde devrandadır ol mübarek Üstad

Kalbim içre feyz-i Nur’un görmüşem heman

İçi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrette görünür Üstad

Dünyada, uhrada refik olalım âna

Umarım Mevlam ihsan eder biz âciz kullarına

Nasuhizade Mehmed, söyledi heman bu sırları

Hazine-i Kur’an’ın bir miftahıdır Hazret-i Üstad.

Nasuhizade Şeyh Mehmed

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Bu arîzamı takdim ve tasdi’a iki sebeb-i mücbir hasıl oldu:

Birincisi: Sevgili Üstadımın geçenki iltifatnamelerinin bir fıkrasında buyuruluyor ki: “Bu fakir ile aziz kardeşim Hüsrev gibi yüksek, ciddi, hâlis kardeş ve talebelerimi, âhir-i ömrümüze kadar hizmet-i Kur’an’da daim eylesin.”

Muazzez Üstadımın bu dua, bu niyaz ve himmetlerine bütün mevcudiyetimle âmin dedim ve daima da diyorum. Ve Cenab-ı Lemyezel Hazretlerine de daima niyazım budur. Ve pek muhterem ve pek sevdiğim Üstadımın dua ve himmeti sürur, sevinç gözyaşlarımı akıttırıyordu. Bu fıkra ve cümleyi takip eden ikinci fıkra ki aynen yazıyorum:

“Ve ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferah ile kedersiz kabrime girmek rahmet-i İlahiyeden ümit ederim.” Burası beni çok düşündürdü ve hiçbir dakika üstadımın bu arzu, bu talep ve rahmet-i İlahiyeden bu ümidi, zihnimden ve fikrimden ve kuvve-i muhayyilemden hiç çıkmıyor. Binaenaleyh bu fıkraya bütün zerrat-ı mevcudiyetimle âmin dedim ve Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremini tazarru ve niyaz ettim.

Bununla beraber –ya Hazret riya değil, tasannu değil, içimden doğuyor– gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, siz Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz dâr-ı bekanın ilk kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada bulununuz ki bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mütena’im, şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde –ki Erhamü’r-Râhimîn olan Rabbü’l-âlemîn’den dua ve niyazım budur– ruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi gönül arzu ve hayatı hasıl oluyor (Hâşiye[1]) ve çok düşündürüyor.

Ve bu arzu ve niyazımdan daha büyüğü ve şedidi şudur ki: Üstadımın dâr-ı dünyada daha pek çok zamanlar kalması, dolayısıyla vazife-i kudsiyenizin devamı ve hakikat ve hidayet nurları olan Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nurların teksiri ve intişarıyla, hâb-ı gaflette olanların, dalalette kalanların, ehl-i bid’a ve mülhidlerin tarîk-ı hak ve hidayete girmeleri için siz Üstadımın çok zaman daha yaşamaklığınızı ve başımızdan eksik olmamanızı ve sizin gaybubetinizle, bizlerin yetim ve öksüz kalmamaklığımızı gönül arzu ediyor.

Daha çok söylemek isterim fakat iktidar ve kifayetsizliğimden kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor. Her iş gibi bu arzumu da Cenab-ı Kibriya’ya havale ederiz.

Âsım

(rahmetullahi aleyh)

***

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır ki küçük bir meselede “Gücendin mi?” diye istifsar münasebetiyle yazılmıştır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervane-misal, bir emrinin infazına ateşte yakmaya her an hazır olduğum kıymetli Üstadım!

Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hattâ bir kıymetli hediyeyi ihsan eden Padişah-ı Zîşan için o hediyeyi sarf etmekte tereddüt edilemez. Öyle de Üstadım, bize emanet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenab-ı Mün’im’in, o emanet üzerine ne gibi emri vaki olsa inşâallah bilâ-tereddüt emanetini iadeye hazırız. Madem siz, o Padişah-ı Bîzeval’in kurbiyet-i İlahiyesinde, aynı emrini tebliğe memur bulunuyorsunuz; öyle ise her mübarek sözünüz hak ve aynı rahmettir.

Hem Efendim bahçıvan-misal fidanları büyütmek üzere, hayvanat-ı muzırranın taarruzundan bir an evvel kurtarmak için aşağı dallar kesilir ki tâ yükselsin. O fidanların hiçbir cihetle hakları yoktur ki “Bizi tımar eden ve hayatımıza sebep olan, bizi bazen rencide ediyor.” diyemezler. Zira hal-i asılları ile kalsaydılar bir muzır hayvan koparacaktı ve topraktaki kökü de tefessüh edecekti, yok olacaktı.

Evet Üstadım, mübalağasız, pür-kusurlukta mislim olmadığını nefsime bile bazen kabul ettirdiğim yalnız pür-zünub talebenizi; dizlerime değil, belime değil, boğaz çukuruma değil belki de boyumdan aşan ve belki dâhilimin de siyah çamurlara mezcolduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur’an-ı Hakîm’in şifahanesinden lemean eden mualecelerle, tedaviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifna etmemek (Hâşiye[2]) kâr-ı akıl değildir.

Hem bir hasta, ameliyata muhtaç olduğunu bilmelidir. Ve hastasını gece gündüz tedavi altında bulunduran eczacıya karşı yüz binlerle teşekkür ve o eczacıya eczahaneyi teslim eden Hakîm-i Pür-kemal, Kadîr-i Bîmisal Hazretlerine nihayetsiz hamd ve şükre borçluyuz. Ve bu borcumu îfa edemediğimden pek mükedderim. Allahu Teâlâ sizden ebeden razı olsun.

Hâfız Ali (rh)

***

(Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstad, Müşfik Kardeş, Muhterem Mücahid!

Son iki hafta içinde, iki defada vürûd eden Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Altıncı Kısmı ile Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye ve Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Sekizinci Remzi ve Altıncı Remzi isimlerini taşıyan mu’ciz-nüma eserleri aldım.

Birinci Mektup, hasbe’l-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nura, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilaca, muzdarip ruhum böyle bir teselliye, nihayet zalim nefsim böyle bir manevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi, kat’iyetle gösteriyor ki bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksadsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hattâ bir dest-i gaybî tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kur’an hâdimlerinin en zayıfı, en âcizi, en liyakatsizi, en zebunu bulunan bu bîçare kardeşinize mahz-ı eser-i rahmet ve inayet olarak sunulmuştur. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Altıncı Kısmı’nı pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zat hazır iken geçen cuma okudum. Ben birkaç defa sırf kendi hesabıma mütalaa ettim. Okuyacak ve okunması icab edecek mahdud zevatın da inşâallah istifadesine çalışacağım.

Bu nurlu eserler hem okşamak hem korkutmak gibi iki zıt tesiri haizdir. İnsanlara bu iki vasıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulunduran şerait-i imandaki esaslara müşabih bir tarzda, Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini hakikaten ikaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:

1- Hubb-u câh yerine, Allah’a imanın bir manası olan rıza-i İlahîyi…

2- Havf ve vehim yerine kadere imanı…

3- Hırs ve tama’ yerine اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ âyet-i celilesi delâletiyle Kur’an’a, kütüb-ü İlahiyeye imanı…

4- Menfî milliyetçilik hissi yerine bütün cin ve inse mürsel, Nebiyy-i Efham (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini; اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere imanı…

5- Enaniyet yerine acze, noksanımızı itiraf ve Kur’an’ın tereşşuhatının neşir ve muhafazası babında hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak yani bir nevi beşeriyetten çıkmak. Kütüb ve suhuf-u enbiyayı inzale vasıta olan melaikeye benzemek suretiyle meleklere imanı…

6- Tembellik ve ten-perverlik yerine vazifedarlık… Kudsî ve her saati bir gün ibadet hükmüne geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen Kur’anî hizmete vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini düşünerek elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yani ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi kat’î bir lisanla âhirete imanı delâleten, remzen, işareten, sarahaten ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.

Allahu Zülcelal Hazretleri sizden ebeden razı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi dalaletten kurtarmak ve şahrah-ı Kur’an’a delâlet eylemek hususundaki ihlaslı mücahede ve hizmetinizde daim ve muvaffak buyursun, âmin bihürmet-i Seyyidi’l-mürselîn ve bihürmet-i Kur’ani’l-Mübin!

“Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye” serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Sekizinci Remzi’ndeki füyuzat, tarif ve tavsif edilemeyecek âlî ve müstesna bir vaziyettedirler.

Birincide: Bütün hurufat-ı Kur’aniyenin adet itibarıyla işaret ve izah buyurulan tevafukları, garîk-ı beht ve hayret etti.

Dört küçük suredeki hurufatın tevafukat vechine kısmen işaret eden ikinci eser, hakkan ki mu’ciz-nümadır. Nebiyy-i âhir zaman, medar-ı fahr-i cihan, sebeb-i hilkat-i ekvan ve nüzul-ü Kur’an, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve ashabihi ve ezvacihi) Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfî kalmış mu’cizelerinden i’caz-ı Kur’an’a taalluk eden ve gaybî tevafuk namıyla sevgili Üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz’olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum manevî zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar olduğumuz bu kadar azîm niam-ı İlahiyeye ve kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden âcizim.

اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعٖيدِ النُّورْسٖى بِحُرْمَةِ حَبٖيبِكَ الْمَكِّىِّ الْمَدَنِىِّ الْهَاشِمِىِّ الْقُرَيْشِىِّ

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmı’ndan bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki:

“Seyda’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulusi ile Abdülmecid’den maada her kim bakarsa caiz değildir. Mahrem olanlar da bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilakis büyük bir mazarratı intac edeceği ihtimal-i kavîsini Seyda’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izaa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenab-ı Hak hâfız-ı hakikidir.”

Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:

Bu mütalaa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve manevî vazife-i memuresini îfa ederken insanlarla –Nurlarla alâkadar olanları vasıtasıyla– meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimidir. Fakat zaten cemaati çok mahdud olan Nurlarla alâkadar zevatın, bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır. Bütün desaisi bertaraf ederek muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine safi niyet, samimi his ve ciddi şevk ile yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakıyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hâfız Ömer Efendi ve diğer Sözler’le alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.

Devam-ı âfiyet ve muvaffakıyetinizi tekrar eltaf-ı İlahiyeden tazarru ve niyaz eyler, mübarek ellerinizi kemal-i hürmet ve tazimle takbil eyler, kusurumun affını ve hayır duanızdan bu bîçare sıddıkınızı çıkarmamanızı hâssaten arz ve istirham eylerim.

اَلْبَاقٖى اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ

Hulusi

***

[1] Hâşiye: Hakikaten merhumun münâcatı karin-i icabet olmuş ki aynı yıl içinde Üstadına bedel mahkemede, Üstadına zarar gelmemek için “Yâ Rabbi canımı al لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ” diyerek mahkemede vefat edip irtihal-i dâr-ı beka etmiştir. رَحْمَةُ اللهِ عَلَيْهِ رَحْمَةً وَاسِعَةً‌

Sabri

[2] Hâşiye: Benim bedelime şehit olacağını hissetmiş. Kuvvet-i ihlasının kerameti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehit oldu.

Said Nursî